26 Mayıs 2014 Pazartesi

Kış Uykusu – Nuri Bilge Ceylan'la gerçekten gurur duyduk mu?

Sivil kuruluşlar, zaman zaman ulusların çeşitli konulardaki karnelerini yayınlarlar bilirsiniz, mutlaka bir tanesine gözünüz çarpmıştır. Peki hiç hatırlıyor musunuz iyi bir şey?

Mesela basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke arasında 154. sıradaymışız. Son 10 yılda tam 56 sıra birden gerilemişiz.**

Yine başka bir araştırmada dünyanın en iyi ülkeleri sıralaması yapılmış. 100 ülke arasında Finlandiya birinci iken biz 52. sırada yer almışız.. ***

Hadi bunları geçtim, başka bir araştırmaya göre ülkemiz kitap okuma alışkanlığında sınıfta öyle bir kalmış ki! Mesela yurdumuzda kitap, genel ihtiyaçlar içinde 235. sırada yer alıyormuş.. Kitap okumaya yılda sadece 6 saat ayırıyormuşuz! ****


İstatistiklerden içimiz kararıyor değil mi?
Peki o halde, haydi son yıllarda dünyaya verdiğimiz fotoğrafları bir düşünelim..

tuhafliklar

  • Uludere'de bombardıman, 34 kişi öldü!
  • Soma maden faciası, 301 kişi yaşamını daha geçen hafta yitirdi!
  • Geçen sene yaz boyu biber gazlı İstanbul görüntüleri sergiledik tüm dünyaya, hâlâ da devam ediyor biber gazı festivallerimiz(!)
  • Yolsuzluk ve rüşvet skandalları..
  • Hapse atılan gazeteciler, ordu mensupları..
  • İsşizlik rakamları..
  • Orman yangınları..
  • Trafik kazaları..
  • Çocuk tacizleri..
  • Aile içi şiddet, kadına şiddet..
........................
Daha da saymak istemiyorum, sinirlerim bozuluyor çünkü.. Güzel haberlerle anmak istiyorum oysa ülkemi; dünyaya güzel fotoğraflar verelim istiyorum. İnsanın nasıl bireysel başarı ile kendini motive etmeye ihtiyacı varsa, ükelerin de vatandaşlarının başarıları ile gurur duymaya ihtiyacı var.. Aksi takdirde başımız eğik olur, Yalan Dünya'daki pavyon şarkıcısı Tülay gibi “ezik miyim ben ya, ezik miyim ben?” diye söylenip dövünmekten başka bir şey gelmez elimizden..


kader nedir?
Başarı deyince akıllara futbol geliyor!

Uluslararasında göğsümüzü kabartan hangi olayı hatırlıyorsunuz?” diye sorsak mesela nasıl cevaplar alırız bir düşünün. Kimileri Galatasaray'ın aldığı UEFA kupasını söyler, 2002'de Türk Milli Futbol Takımının aldığı üçüncülüğü de söyleyen olacaktır. Böyle bir futbol yarışında yer alınca zaten yer yerinden oynadığı için futbolla hiç alakası olmayanlar bile bunları -maalesef- bilir. Her yerde canlı yayınlar olur, herkes bunu konuşur! Hadi belki küçük bir azınlık Eurovision şarkı yarışmasında Sertap Erener'in birinciliğini hatırlayacaktır diyerek futbolun dışına çıkalım...
Oysa Orhan Pamuk Nobel almıştır, Nuri Bilge Ceylan kaç kere Cannes Film festivalinde ödül almıştır, bu başarılar; çoğunluğun pek de aklına gelmez.

cannes


Cannes ödül törenini canlı yayınlamayan medya!

Avrupa'daki en önemli 3 film festivalinden biri olan, 1946 yılından bu yana düzenlenen Cannes Film Festivali'nin büyük ödülü Altın Palmiye'ye aday filmimiz var ve töreni hiçbir Türk televizyonu canlı yayınlamıyor!
En kıytırık futbol maçlarını bile anı anına takip eden medya, böylesi dev bir ödül törenini yok sayıyor.. Çünkü aynı anlarda başbakan, Almanya'da -açıklamadığı- cumhurbaşkanlığı adaylığı için örtülü propaganda konuşması yapmaktadır. Bütün haber kanalları oradan canlı yayın yaparlar, konuşma bitince de hararetli hararetli stüdyoda başbakanın ne dediğini yorumlarlar.. Oysa en prestijli sinema ödüllerinden birini yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan tam da o anda kazanmıştır, Tarantino'nın kıskanan bakışlarını yakalayan başka ülkelerin medyası iş başındadır.. Haber kanallarının en bilineni CNN'de Şirin Payzın, politika programında lütfedip bir parantez açar ve artık ayıp olmasın diye midir nedir iki saniye tebrik eder yönetmeni.. Oysa yayını kesip tam da o anda Cannes'e bağlanabilirlerdi 3-5 dakika!
 Bu da, medyamızın değişik bir penguen olma sendromudur. Ertesi gün ayılıp da bu konu hakkında 24 saat yayın yapsalar bile artık hükmü yoktur. O heyecanı canlı veremedikten sonra CNN, NTV, Habertürk .. vs kendilerine haber kanalı demeye bence utanmalıdırlar..

Bu konuyla ilgili çok güzel bir tweet vardı dün:

Nuri Bilge Ceylan, Cannes Ligi Altın Palmiye Kupası'nı kazanmış. (Böyle yayalım da belki spor haberlerinde gösterirler)

diyordu orantısız zeka uygulayan arkadaşlardan biri.. Ne acıklı bir durumdayız görüyorsunuz, ödül kazanmışız, yayınlayan yok!!

Medyanın bu yaklaşımı bile ülkemizin sanata ne kadar önem(!) verdiğinin bir göstergesidir. Ben, bu durumdan kendi adıma büyük bir utanç duyuyorum.

Farkındaysanız konumuz aslında Kış Uykusu filminin Altın Palmiye almasıydı, ama bir türlü konuya gelemedik bile.. Çünkü hayatımız o kadar film olmuş ki! Azınlık pembe dizi senaryosu yaşarken, büyük çoğunluğun ömrü traji-komedi filmlerinin ortasında geçiyor ne yazık ki..

Elitist” diye aşağılanır oldu bu ülkede okur-yazar-düşünür kesim..

Daha fazla sürdürürsem bu yazıyı, içinden çıkamayacağım biliyorum..

Ben naçizane diyorum ki “Teşekkür ederim sayın Nuri Bilge Ceylan. Sizin gibi sanatçılarımızla, bütün engellemelere rağmen gurur duyuyorum kendi adıma, iyi ki varsınız, sizlerle nefes alıyor ruhumuz..”



------------------------
İstatistik bilgi kaynakları:
**  http://www.gazeteciler.com/gundem/turkiye-basin-ozgurlugunde-kacinci-sirada-74116h.html

***http://www.haberortak.com/Haber/Aktuel/17082010/Turkiye-dunyanin-en-iyi-ulkeleri-listesinde-kacinci-sirada.php

****http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19860680.asp



Devamını Oku

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Acil "Dayıbaşı" aranıyor!

Sizi bilmem ama ben bu “dayıbaşı” kelimesini ilk kez duydum. Nasıl da feodal bir algı yaratıyor insanda duyunca:

                                   D A Y I B A Ş I !

İlk duyduğumda “kabadayıların başı, mahallenin bıçkın delikanlısı, asar keser abi, korkulan sahte yiğit” gibi eş sözcükler geçti beynimdeki konuşma balonundan.

İş hayatında böyle acayip bir kelime kullanılırsa kesin altından pis şeyler çıkar diye düşündüm..

Hele ki günümüz “business” dünyasında neredeyse her iş teriminin İngilizcesi kullanılırken “dayıbaşı” gibi “underground” tınılı bir kelime insanı şaşırtıyor ister istemez.

Hiç de yanılmamışım.

 Meğer gizli taşeron sistemiymiş bu dayıbaşılık!
dayibasi

Dayıbaşı bir çeşit işçi simsarı; aslında bu sistemde çalışana işçi denemeyeceği için bu dayıbaşılarına da“marababaşı” dersek daha anlamlı olacak.

Nedenini birazdan anlayacaksınız..

Bizim dayıbaşı, madene “ustabaşı” kadrosuyla giriyor. Düz işçiler 1200 lira alırken O'nun maaşı 1800 lira.  Asıl geliri bu değil elbette.. 
Kendisinden istenen mesela 30 kişilik kadroyu buluyor. Bu 30 kişinin sigortasını yapıyor maden işletmesi, hatta sendikaya da üye oluyorlar. Herşey yasal, herşey mükemmel görünüyor değil mi? Güya dayıbaşı sadece aracı..

Değil işte..

Dayıbaşı artık o işçilerin tek sorumlusu. İstediğinin yevmiyesini kestiriyor, istediği işçiyi işten attırıyor, sorumlu olduğu işçilere hakaret edebiliyor, hatta işçilere tokat bile attığı oluyor. Çünkü maden işletmesi işçiyle muhatap değil, bütün yetkiyi dayıbaşına vermiş..

Eğer sorumlu olduğu işçiler üretimi arttırırsa dayıbaşı prim alıyor! Aylık geliri 25000 lirayı bulan dayıbaşıları varmış, ben de basında okuduklarımın yalancısıyım. Dayıbaşı ne kadar kazanır konusu muğlak çünkü, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor..

Şimdi anladınız mı bu sistemde çalışan kişiye neden işçi değil de “maraba” dediğimi?

İşçiye yemek, su verilir; işçi insan muamelesi görür bazı işyerlerinde asgari düzeyde de olsa. Bu marabalara ne yemeği, ne suyu!
İşçi çalışırken tuvalet ihtiyacını kısıtlı da olsa giderebilir. Madende dayıbaşının emrinde çalışan marabalara 8 saat boyunca tuvalet bile yasak! Bir işçi kendi ağzıyla söyledi bunu...
Marabadan istenen şey daha fazla, daha daha fazla, en bi öz bi fazla kömür çıkarması..

 Ne kadar çok kömür çıkarsa o kadar çok prim var,
 Kime?
 Dayıbaşına..
 Başka kime, patrona!
Patron nerede?
Adresinde bulunamamış!
 İşçi nerede?
Madene gitti..
Maden nerede?
 Göçtü, yandı, kül oldu!!!

Huyumuz kurusun, kötülüklere kolayca adapte oluruz biz insanlar. Hele ki acılı, tevekkül bilinciyle yetişmiş, biraz da kaderci doğu coğrafyasında yaşıyorsak..

Mesela gazetelerde şöyle ilanlar görmeye de alışırız biz bu kafayla:

            ACELE DAYIBAŞLARI ARANIYOR!

Maden işletmemize dolgun maaş ve primle çalışmak üzere dayıbaşları aranıyor. İstediğimiz niteliklere uygunsanız hemen başvurun:
ñ En fazla ilkokul mezunu olmak. Diplomanız yoksa şansınız artacaktır.
ñ Çevresinde sözünü dinleten, kendisinden korkulan bir kişilik olmak. (Referans olarak sıkça gittiğiniz kahvehanenin adresini mutlaka başvurunuzda belirtiniz)
ñ Cüsseli bir yapı, erkeksi bir görünüm tercih sebebidir. ( Gerekirse emrindeki işçileri fiziğiyle de korkutabilecek yapıda olanlara öncelik tanınacaktır)
ñ Para hırsı ve yüksek ego sahibi değilseniz boşuna başvurmayınız.
ñ Gözükara, merhametsiz ve bencil kişilikler tercihimizdir.



Yorumu size bırakıyorum, kalın sağlıcakla..



 

Devamını Oku

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Türkiye'de işçi olmak ve #Soma

Soma'da yaşanan dramlara, olayın duygusal boyutuna hiç girmek istemiyorum. Hem yüreğim dayanmıyor, hem de zaten televizyonlarda yeterince gördük insanın içini yakan manzaraları. Ben bu yazımda mühendis kimliğimle iş güvenliği, işçilerin çalışma koşulları konusuna değinmek, azıcık bu konuda içimi dökmek istiyorum. 

 Burası örnek olarak gösterilen bir işletmedir. İşçi güvenliği için yatırım yapıldıkça işçilerin verimliliklerinin de arttığına şahit oluyoruz” demiş enerji bakanı olaydan birkaç ay önce. Utanmasa işverene madalya takacak neredeyse, o kadar övmüş yani.. Yahu sen denetleme mekanizmasını temsil ediyorsun, senin için para karşılığı çalışan bir işletmeyi niye övüyorsun ki, koysana arana mesafe.. Yook olur mu, işverene şirin gözükmek devletin bir numaralı amacı haline geldi çünkü.. Ülkede devket malı neredeyse kalmadığı için devlet de onlara muhtaç.. Vay ki ne vay!

Yapılan denetlemelerden geçer not almış bu maden, eksik tespit edilmemiş” diyor çalışma ve sosyal güvenlik bakanı.. Çok güzel “bakan” insanlar bunlar, bakma koltuğunu da bu nedenle işgal ediyorlar.
Diğer taraftan işini kaybetme riskini göze alan işçi dayanamayıp konuşuyor, arkadaşları gözünün önünde yaşamını yitirmiş çünkü..
Müfettiş gelmeden on gün önce haberi gelir madene. Her yer boyanır, temizlenir, işçilerin yemek yiyeceği yerler düzenlenir. Sonra müfettişler gelir, işverenle mangala giderler. Bir kadın müfettiş vardı, o çok iyi denetlemişti ama bir daha o kadını göndermediler”

Şimdi birbirinden taban tabana zıt olan bu iki ifadeden hangisine inanacaksınız? Tam da bu noktada yıllarca fabrikalarda çalışmış mühendis kimliğimle işçilere inandığımı söylemek istiyorum. Neden mi anlatayım..

Tekstil sektörünün konfeksiyon ayağında çalıştım yıllarca. İki çeşit denetleme olurdu fabrikalarda, birincisi müşteri denetlemesi, ikincisi de SGK görevlilerinin denetlemesi. Her zaman için SGK denetlemesi çok daha kolay geçerdi. Çünkü nasıl oluyorsa artık, aynen o maden işçisinin söylediği gibi denetleme olacağı bilgisi bazen günler öncesinden, bazen aynı gün ama saatler öncesinden mutlaka gelirdi fabrikaya. Gerekli düzenlemeler yapılır, sigortasız işçiler karşıdaki pastahaneye gönderilir, yani yok sayılırdı. Hani bakan diyor ya, “kayıtlara baktırdım, 15 yaşında işçi yok bu madende” diye. Olmaz tabii ki sayın bakan, çünkü onlar zaten kayıt dışı, yani bir yerde yazılı çizili adları geçmiyor ki! Bunu iş dünyasındaki herkes biliyor da bir siz mi bilmiyorsunuz? Siz sadece asgari ücretliden keseceğiniz vergiye bakarsınız, işletmelerdeki kayıt dışı olayını adam gibi denetleyebilseniz zaten SGK'nın kasası dolacak..

Müşteri denetlemesi dediğim şey ise, yurt dışı müşterisinin denetlemesi. Adamlar ani baskın yaparlardı. Bir tane çocuk işçi çalıştığını tespit ederlerse binlerce dolarlık sipariş o anda iptal olurdu. Kesimhanede hızar kullanan işçilerin çelik eldiven takmadığını görürlerse
çok ciddi uyarı yapıp siparişleri geri çekmekle tehdit ederlerdi. Oysa ki kesimhane işçisi çoğunlukla “bu eldiven yüzünden rahat kesim yapamıyorum” der ve denetleme bitince eldiveni atardı bir köşeye.. İşveren de hızı kesen bir eldivende ısrar etmezdi elbette, aslolan verimlilikti çünkü..  Müşteri gidince eldivenler de rafa kalkardı.. Bu yüzden kiminin parmağı kopar, kimi ise parmağındaki dikişleri sanki kahramanlık yapmışçasına gösteririrdi. Cem Yılmaz'a hayranım ben, iki kelimeyle o kadar güzel özetledi ki yurdumun hallerini, evet ne demişti: EĞİTİM ŞART!

Müşteri denetlemesi yapılacağı zamanlarda sıkı disipline gelemeyen okumuş etmiş sözüm ona yöneticiler “Allah'ın gavuru gelmiş bizi denetliyor, aşağılıyorlar bunlar bizi. Yok fabrikada doktor var mı, yok yemeğin kalorisi kaç, yok tuvalet kağıdı var mı? Onlara ne ki?” şeklinde söylenirken nedense milli duyguları kabarıp gurur yapıyorlardı. Kardeşim adam sana güvenmiyor işte, markasının üretildiği fabrikada işçilere insan gibi muamele yapılmasını istiyor, hem haksız mı? İşçinin tuvaletine pahalı diye tuvalet kağıdı koydurtmayan işletme müdürü değil mi? İşçileri gece yarılarına kadar mesaiye bırakıp masraf olmasın diye ekmek arası domates hazırlatan imalat müdürü değil mi? Doktor her gün değil haftada birgün gelsin diyen personel müdürü değil mi? Bazen işverenleri suçlamıyorum, yanlarında çalışanlar kraldan çok kralcı geçinirler çünkü!


Benim bahsettiğim, risk puanı oldukça düşük olan konfeksiyon sektörü, siz bir de maden ortamını düşünün. İşçi anlatıyor, madene girdikten sonra 45 dakika yürüyüp öyle ulaşıyorlarmış kazdıkları yere. Düşünün, bir kaza anında 45 dakika zaten yürüme mesafesi var, kendilerine verilen koruyucu hava maskesinin süresi de 45 dakika! El insaf, el merhamet; çıkışa yakın değilsen zaten maskenin süresi yetmeyecek, sonra da buna “kader” diyecek birileri..
Bir başka işçi anlatıyor, yer altında kepçe çalıştırmak normalde yasak diyor, ama bu madende kepçe de çalıştırılıyormuş. Zehirli gazlar yetmiyormuş gibi bir de kepçenin egzoz dumanını soluyoruz diyor işçi... Pardon işveren elbette biran önce daha çok kömür çıksın isteyecek, egzoz dumanını mı takacak!

Devletin maden işletmelerini birer birer özelleştirdiler, neymiş efendim verimlilik düşükmüş, devlet zarar ediyormuş. Pardon denetleme mekanizmasını çalıştırmaktan aciz mi bu devlet? Bakanın kolundaki yediyüzbin liralık saatin hesabı sorulmazsa elbette ki rüşvet yiyen müfettişin de hesabı sorulmaz. Balık baştan kokar hesabı.. Öyle iğrenç bir hale gelmiş ki devlet mekanızması, söyleyecek laf yok.. “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” lafı ne zamandan beri söyleniyor bileniniz var mı? Böyle bir atasözü olan ülkeden ne beklenir ki zaten?

Devlet çökmüş, biz hala maden niye çöktü diye soruşturmaya çalışıyoruz..

Eğitim şart” demiştik ya, soruyor gazeteci bir madenciye, “işe girdikten sonra ne kadar süre eğitim alıyor bir işçi?” İşçi cevap veriyor : “İki saat!
Bir araştırma yaptım, yasa Ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacak işçilerin, işe alınmadan önce, mesleki eğitime tabi tutulmaları zorunludur. diyor. Madenci eğitimi ise haftada 3 saatten en az 20 gün verilmek zorundaymış. Elbette eğitim süresince işçinin yevmiyesi verilecek.. Pardon, işvereni “RÖDÖVANS” denilen sistemle çalıştırıyor devlet. Kulağa hoş geldiğine bakmayın bu sözcüğün; özetle şu demek rödövans.

Diyor ki maden işvereni devlete “Senin 140 dolara yaptığın işi ben 20 dolara yaparım, sana da 30 dolara satarım, ama sen işime karışma!” Devlet de diyor ki, “Peki, ben de senin çıkardığın bütün kömürü aynı sabit fiyattan satın alırım, tek müşterin benim”
İşte budur rödövans, yani alan razı veren razı olayı, arada olan işçiye oluyor elbette.. “Soma'da maliyetleri 7'de 1'e indirdim, bütün dünya bana hayran” demiş geçenlerde patron.. Yahu bir madende maliyet nasıl bu kadar düşer? Madendeki gider kalemleri ne olabilir ki? En büyük gider işçilik! Sen işçinin güvenlik malzemesinden kısarsan, eğitim giderlerinden kısarsan, işçiyi 45 dakika yürütürsen karanlık dehlizlerde, asgari ücrete çalıştırırsan, maliyetin elbette düşer!

Bir de şu imzalamadığımız meşhur ILO (Uluslar arası çalışma örgütü) sözleşmesi var. Dünyada 28 ülke imzalamış, biz imzalamamakta direniyoruz nedense! İşimize gelince Avrupalıyız, işimize gelmeyince üçüncü dünya ülkesi olmaya hiçbir itirazımız olmuyor. Dünyada işçi  ölümlerinde ikinci sıradaymışız, kimin umurunda?

Bu sözleşmeye göre yerin altındaki işçilerin isimleri ve konumları yer üstünde anlık olarak bilinecek ve bunun için sistem kurulacak, maden ortamı güvenli ve sağlıklı olacak, yer üstüne iki farklı çıkış noktası olacak, çalışma ortamı sürekli denetlenecek, yeterli havalandırma yapılacak, yangın önlemleri alınacak, tehdit olduğunda operasyonun durdurulup işçilerin güvenli bir noktaya tahliyesi garantiye alınacak, işverenin acil müdahale planı olacak, işçi eğitimleri sürekli kılınacak, kaza sonrasındaki sağlık ve kurtarma etkinliklerinden işveren sorumlu olacak, hükümetler etkin denetimlerden ve kazaların detaylı soruşturulmasından sorumlu olacak, “Rescue Chamber” yani kaçış odaları olacak. Bu odalar sadece Pakistan, Afganistan ve Türkiye'deki madenlerde zorunlu değil şu anda!

Deveye sormuşlar neren eğri, nerem doğru ki demiş.. "Bu yasayı niye imzalamıyorsun ey devlet, çekincen niye?" diye  sorası geliyor insanın cevabı her ne kadar bilse de! 

Neresinden tutsak elimizde kalıyor. Şu İş Güvenliği uzmanı meselesi var bir de.. Hani diyorlar ya kanun çıktı, artık işletmelerde iş güvenliği uzmanı olmak zorunda..
Maaşını patrondan alan iş güvenliği uzmanı olsa ne olur, olmasa ne olur? Kargalar gülüyor yapılanlara.. Bir mühendis iş güvenliğinden sorumlu diye işe alınacak, güya patronu adam edecek öyle mi? Hem de yeni yasayla oluşan kazalarda birinci derecede sorumluluk bu mühendisin olacak, gerektiğinde patronun reddettiği önlemler alınmadığı için hapse de o girecek!
Son zamanlarda o kadar çok işsiz mühendis iş güvenliği uzmanı olmak için kursa gidiyor ki! Çünkü iş yok.. Patron onlara “Bak bu işlere fazla burnunu sokma, her şey normal diye at imzanı otur, yoksa seni işten atarım” diyecek, onlar da kelle koltukta denetleme yapacaklar öyle mi? Yine bir Türkiye klasiği bu, yani dostlar alışverişte görsün mantığı..



Sendikalar var bir de sahi.. İşveren, maden sendikasının yönetiminde zaten söz sahibi olmuş, hangi sendikadan bahsedelim? Türkiye'de işçi haklarını düşünen sendika kaldı mı ki? Zam zamanı görev yapmış olmak için ortaya çıkarlar, patronla anlaşırlar, görevleri tamamlanır. Bir de her sene Taksim'de yürüyüş yapmak için sesleri çıkar.. İşçi hayatıymış, güvenliğiymiş, işçilerin insanca yaşaması mıymış? Hangi sendikanın sesini duyuyorsunuz bu konularda, ben şahsen hiç duymuyorum. Sendikalar da bu ülkedeki kokuşmuş diğer kurumlardan farksız benim gözümde, hiçbirini samimi bulmuyorum kusura bakmasınlar, 1 mayısta da "temaşa" için ortaya çıkmasınlar bence! 

Fıtrat lafı geçiyor son zamanlarda basında. Doğuştan gelen özellik, yaradılış özelliği demekmiş kelime anlamı, ben de yeni öğrendim.
Diyorum ki bu ülkenin işçilerinin fıtratında yok bu muameleler, birileri öyle uygun görüyor diye dayatılıyor..
İyi de nereye kadar???




Devamını Oku

13 Mayıs 2014 Salı

59.Eurovision Şarkı Yarışması'na bakışım..

Bu aralar yazacak ne çok konu var, zamanım olsa da hepsine değinsem keşke.. Bu sabah, bizim türlü bahanelerle 2 senedir katılmadığımız Eurovision Şarkı Yarışması'nı konuşalım mesela..

eurovision şarkı yarışması


Bazı yıllar ateşi sönse de genel olarak Eurovision Şarkı Yarışması bizi hep heyecanlandırırdı yıllar boyu. Şarkıları dinlerdik, günlerce yazılır çizilir, kim kazanacak konusu konuşulurdu. Yarışma gecesi ailecek televizyonun karşısına geçilir, heyecanla Türk şarkısı beklenirdi. Bülent Özveren sunardı yarışmayı o müthiş sesi ve konuya hakim tavrıyla.. Eğer kötü sonuç almışsak sesi düşer, “tabi ya işte yine İsveç Norveç'e Belçika Hollanda'ya yani bütün komşular birbirine oy veriyor, yine hakkımız yendi” derdi, milletçe bir kaç gün bunu konuşur ve üzülürdük. Ama sonuç iyiyse Bülent Özveren'in mutluluğu sesine yansır, biz de milletçe coşardık.. 

Şimdi düşünüyorum da aslında kaybedişlere üzülmek bile  kendi içinde güzelmiş, çünkü millet olarak kenetlendiğimiz o kadar az konu kaldı ki artık! 

Eurovision heyecanı bizi biraz siyasetin kirli gündeminden, içimizi burkan gerçeklerden uzaklaştırırdı, fena mıydı?

Bence değildi, Avrupalılarla birlikte bir şarkı yarışmasında yer almak bence hiç de fena değildi.
Dünyaya entegre olmak deyince akıllara sadece futbol şampiyonalarına katılmak gelmiyordu en azından.  Her ne kadar pop da olsa bu bir şarkı yarışmasıydı neticede.. İçinde sanat vardı az buçuk..

Açıkçası 1975'den bu yana devam eden bir alışkanlığımız daha sessiz sedasız bir şekilde elimizden alındı.. İşte benim asıl üzüldüğüm nokta da burası..

Eurovision'a katılmama bahanemizi biliyorsunuz, güya komşu ülkeler birbirine oy veriyormuş, siyasi oy veriliyormuş falan filan..
Bu söylem yıllardır var zaten, yeni bir şey değil ki! Üstelik bir kişi de çıkıp başarılarımızdan bahsetmedi, herkes alınan bu “katılmama” kararını sessizce kabul etti ve olay kapandı ya, işte bu da kabul edilebilecek bir şey değil benim gözümde..

sertap


                    Bakın ne kadar çok başarı yakalamışız:

1997 'de Şebnem Paker ve Grup Etnik'in Dinle adlı şarkısıyla üçüncü olmuşuz.
2003'de Sertap Erener, Every Way That I Can'le bizi birinci yapmadı mı?
2004'de Athena, For Real'le bizi dördüncü yapmış 24 ülke arasında.
2007'de Kenan Doğulu, Shake It Up Şekerim şarkısıyla yine dördüncü yapmış bizi.
2009'da Hadise , Düm Tek Tek'le yine dördüncü yapmış 25 ülke arasında.
2010'da Manga, We Could Be The Same şarkısıyla bizi ikinciliğe taşımış 25 ülke arasında.
2012'de Can Bonomo da 7. olmuş ve bu da son katılımımızmış.

Şimdi bunca güzel dereceye bakınca, TRT'nin bahanesini akılcı bulmak mümkün mü? Neymiş efendim siyasi oylama oluyormuş, oylamada haksızlık yapılıyormuş!

Acaba 2003'de Sertap birinci olduğu sene bütün dünyanın Türkiye sevgisi mi kabarmıştı?

Geçiniz efenim geçiniz, bu bahanelere gerçekten kargalar bile gülüyor.. Çünkü Sertap'ın şahane bir sesi vardı, çünkü dünyaya hitap edebilecek bir şarkı bestelemişti, çünkü değişik bir sahne şovu hazırlamıştı. Öyle güzeldi ki performansı, o birbirine oy veren ülkeler bile etkilenmişti..

Katılmadık hadi diyelim, TRT bu yarışmayı yayınlamadı bile bu sene! Peki buna ne diyeceksiniz? TRT zaten “tırt” diye okunuyordu sahi..

Gelelim bu seneki tartışmalara..

Bu sene Danimarka'da 59. su düzenlenen yarışmada Avusturya adına yarışan Conchita Wurst yarışmayı kazandı. Şarkıyı dinledim ve beğendim ben de. Açıkçası daha güzel şarkılar var mıydı bilemiyorum, çünkü dinlemedim diğerlerini.
Conchita ise daha yarışma başlamadan medyatik oldu. Çünkü makyajlı, kadın görünümlü, kadın elbiseleri giyen ve/fakat sakal bıyık bırakan bir sahne görüntüsü vardı. Belarus, Ermenistan ve Rusya tepki gösterdi, Conchita yarışmadan çekilsin istediler. Hatta Ermenistan'ın yarışmacısı bir adım daha atarak “Conchita bir cinsiyeti seçerek yaşamalıdır, bu yaptığı normal değildir” dedi.
 Wurst ise “insanlar cinsiyetten ve kimlikten bağımsız olarak istedikleri gibi yaşamalılar” mesajını vermek istediğini söyledi.
Vermek istediği mesaj çok güzel bence de. Bunca ayrımcılığın, bunca tepeden bakmanın, bunca ayrıksılığın olduğu bir dünyaya bu anlamlı mesajı vermek için belki de bu kadar farklı bir imaj çizmek gerekiyordu. Belki de bu tavır güzel oldu, çünkü daha önce örneği yaşanmamıştı..
Düşünsenize bütün dünya Conchita'yı konuştu. Haa kişisel fikrimi sorarsanız ben de yadırgadım elbette bu görüntüyü. Bu güne kadar bildiğim estetik değerlerin ötesinde bir görüntü çünkü. Hayatımda kaç tane sakallı kadın  gördüm ki sonuçta! Görünce yadırgadım bir kaç saniyeliğine, sonra bunu unutup şarkısını dinlemeye devam ettim. Bence üzerinde konuşulacak bir şey değil, kendi tercihidir, kendi seçimidir. Belki fark edilmek istiyordur, belki ilgi çekmek istiyordur, belki gerçekten de kendisini hem kadın hem de erkek olarak hissediyordur, belki de sadece reklamını yapıyordur. Nedeni ne olursa olsun benim gündemimi fazla işgal etmez.. Bence kimsenin gündemini fazla işgal etmemeli.. Bazı  gazetelerde çıkan manşetleri görünce midem bulandı açıkçası, akıllara zarar bir aşağılama içine girmişler. Ne hakları var, niye, ne için?

empati
ayrımcılık

İnsan düşünmeden edemiyor.. Bir bize bakın bir de Avrupalılara!
Biz insanları Alevi diye yakmışız diri diri, biz Kürtlere zamanında olmadık sıfatlar yakıştırmışız, biz insanları başı açık-başı kapalı diye ikiye ayırmışız, biz Roman kökenli diye insanları ötekileştirmişiz ve hâla da devam ediyoruz buna, biz engelli yakınlarımızı millet ne der diye evlere kapatmayı tercih etmişiz genelde.  
Yani biz, bizden olmayanı zor kabul ederiz; her ne kadar kültürümüzde "kim olursan, ne olursan ol yine de gel" felsefesi olsa da! 
 Bugün Anadolu'nun bir çok kentinde erkekler saçını uzattığı, küpe taktığı için dayak yer. Bugün Anadolu'nun bir çok kentinde genç kızlar istediği kısalıkta etek giyemez..
Conchita'nın sakallı kadın halini ise kendi ülkesinin siyasetçileri özgürlük olarak değerlendirir...
İşte farkımız burada..

Bırakın sakallı kadın halinde yaşamayı, bu ülkede karikatür çizenler hapse atılır acımasızca, trans bireyler taşlanır!!
Demem o ki bir onlara bakın, bir de bize.. Cidden bakış açılarımızda çok büyük bir farklılık var. Adamlar birçok şeyi aşmış, yalan mı?

Bu arada merak ediyorum; “tırt televizyonu” bu yarışmayı yayınlasaydı, acaba Conchita'nın bu “ekstraordinary” görüntüsünü buzlar mıydı?


Her türlü ayrımcılığa, ötekileştirmeye son, biraz hoşgörü” sloganı atarak ayrılıyorum bugün aranızdan.
Sevgiyle..






Devamını Oku

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Özel günleri kutlamayı sevmemek ayıp mı?

ozel gunler


Dün yazacaktım aslında. Günlerden anneler günüydü gündem, sonra canım istemedi yazmayı, kapattım konuyu.

Hiç sevmiyorum bu dayatma günleri, belki daha önce de söylemişimdir. Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, avukatlar günü.. vs.

Öncelikle telaşlanıyorum; çünkü birileri benden telefon, hediye, en kötüsü mesaj bekliyor. Birileri bekliyor diye bir şeyleri yapmak da benim karakterime en ters olan şey..
Ben gönül insanıyım, içimden gelmeyen şeyleri yapmak istemem, ama bırakmıyorlar ki gönlüme..
Hal böyle olunca da kutlanacak şey her ne ise günün ilerleyen saatlerine kalıyor. Yok, yanlış anlaşılmasın; unutmuyorum elbette, dedim ya erteliyorum.

Kahvaltıdan sonra ararım diyorum.. Bir çay daha içeyim sonra ararım diyorum.. Daha erken, biraz sonra ararım diyorum!
Böyle diye diye bir bakmışım akşam üzeri olmuş, neredeyse gün bitecek.. Eh bari arayayım artık diyorum. Sesime “kutlama” maskesini takıyorum, açıyorum telefonu çınlayan bir sesle 
“... günün kutlu olsuuun” diyorum. Ben bunu deyince karşı taraf teşekkür ediyor, sonrasında kocaman bir sessizliğin ayak izlerini hissediyorum genelde.. Eee kutladım, şimdi ne olacak gerginliği yaşamamak için “ne yapıyorsun bakalım, iyi misin?” gibi bir klişe cümle geliyor ardından.. Kutlanan günün özelliği zaten bu cümleyle yok olup gidiyor.. “Eee, daha ne var ne yok?” noktasına gelinirse eğer, olayın duygu boyutu katlediliyor ister istemez.

Hah diyorum, harika, tam benlik! Oysa samimi cümlelerin insanı değil miydim ben?

Baktım ki olmayacak böyle sahte sahte, bir dönem aramamayı denedim özel günlerde. Yakınlık derecesini söylemeyeyim şimdi ayıp olmasın; içlerinden bir tanesi öğretmenler gününü kutlamadığım için bana öyle küstü ki, o kaprisleri çekeceğime yapmacık da olsa bin kere kutlamayı tercih ederdim! İçtenlik dediğin nedir ki, hayatımız olmuş klişe! Benimkisi de gereksiz bir hissiyat! 

Nasıl anlatayım, belirli gün ve haftalarda kutlama zorunluluğunu yapay bulduğumu nasıl söyleyeyim? İnanmazlar ki.. Görev yapılmalıdır mantığındalar..

Doğum günleri için böyle düşünmem bak, çok önemserim sevdiğim insanların doğum günlerini. Yıldönümleri de özeldir benim gözümde.. Ama işte güruh halinde olanlara öyle bakamıyorum. Yılbaşı da özel gelir mesela, kutlamaktan gocunmadığım nadir günlerdendir.

Olayın kapitalist zorlama boyutuna hiç girmedim dikkat ederseniz. Yani hediye almak zorundaymışsız gibi hissettirmelerine, özel gün hediyesi mantığının saçmalığına değinmedim bile.. Olayın “kuru kutlama” boyutunu bile hazmedememiş olan benden hediye almam elbette beklenemez değil mi?

Ama sağım solum belli de olmaz; dedim ya hissiyat meselesi.. Özel günlerin birinde hediye alasım da gelebilir elbette bazen.. Dedim ya kimsenin benden beklentisi olmasa belki de daha katılımcı olacağım..

Öte yandan, çoğunun yaptığı kutlama zaten kabul edilebilir  bir şey değil ki!
 Yazıyorlar “basın bülteni” mantığında bir mesaj, hatta çoğu zaman kendileri yazmayıp bir yerlerden kopyalıyorlar; sonra da telefonlarındaki listenin tamamına atıyorlar aynı mesajı.. 

Ne oldu, görev yerini buldu! Al sana bayram mesajı! İnsanı bırakın mutlu etmeyi, “üff!” dedirten bir bayram mesajı hem de..
 Önceleri bütün iyi niyetimle “bana yazılmamış, ama bana gönderilmiş!” bu mesajların hepsine yanıt yazardım. Sonradan ayıldım, bu nedir dedim, kızdım kendime de, o mesajları direkt siliyorum artık.

Kişiye özel ilişkileri de yok etti bu zorunlu ve toplu kutlama mantığı..

Konuyla pek alakası yok aslında ama yeri gelmişken söyleyeyim. Son işyerindeki alacak verecek davası yüzünden kendisiyle pek görüşmediğim birisi bana sürekli ölüm mesajları gönderiyordu. 
"Yeşim'in annesini kaybettik, cenazesi Çengelköy'de şu adresteki camide kaldırılacak!” mesajı geldi geçe sene. Hadi dedim, yanlışlıkla olmuştur dedim, önemsemedim. Yeşim dediği şahıs, hiç özel muhabbetim olmayan biri olması bir yana, bana borçlu olan patronun eşi üstelik! Hayır insanın aklına türlü türlü şeyler geliyor!
Bundan 5-6 ay önce aynı şahıs bu sefer;
Çok sevdiğimiz Hakan arkadaşımızın babası vefat etmiştir, cenazesi şu camide...” diye bir mesaj daha gönderince anladım ki bir listenin içindeyim, ve  dayanamadım..

Ölüm haberleri verdiğiniz mesaj listesinden lütfen beni çıkarınız, zira bir listenin parçası olmak yerine bireysel olarak aranmayı tercih ederdim!” gibi bir şey yazıp gönderdim kendisine.. Bilemiyorum ya bu mesajım etkili oldu, ya da son aylarda ölen yok..

Demem o ki, zorunluluktan yapılan şeyler, insanları ruhsuzluğa itiyor. Ben ruhsuz biri değilim, dolayısıyla da içimden gelmeyen özel günleri kutlamıyorum..

Dün de anneler gününü kutlamak içimden gelmedi, kutlamadım da..
Kırılanlara duyurulur buradan..

Neden derseler hâla, yanıtım hazır; çünkü.....



Devamını Oku

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Sigara karşıtı yayınlar çok itici değil mi?

sigara zararlidir

Geçenlerde Facebook'ta bir arkadaşım soldaki bu resmi paylaşmış. Ben de 

İçmiyorum gerçi artık ama, bu resim de çok irite edici olmuş. İçerken de bu tip korkutucu uyarıları gördükçe sinir olur bir sigara yakardım tepki olarak” 
dedim.
Benim bir yakınım da aynı senin gibi düşünüyor, baktıkça içiyor” dedi arkadaşım..
Bunun üzerine ben de:

O çok garip bir psikoloji.. Paketin üzerinde “içme, ölürsün!” yazıyor; sanki sen bilmiyorsun sigaranın zararlarını! Ama öte yandan bağımlısın, sanki çok kolay insanın bağımlılıklarından kurtulması. İki ucu çirkin değnek olayı.. Birileri ”ölürsün, içme!” diye bağırıyor, stres oluyorsun içtiğin için, vicdan azabı duyuyorsun; çoğu zaman içine düştüğün bu çaresiz durumda daha çok sigara içesin geliyor. Acayip bir kısır döngü bu.. Bence böyle negatif anlamları olan mesajlar pek işe yaramıyor. Mesela “içersen ölürsün!” yerine, “içmezsen nefesin açılır!” gibi olumlu mesajlar olmalı. Ben ağır tiryakiydim, olayın derin psikolojisine de vakıfım. Aslında bunu blogda yazayım açık açık, belki birilerine faydam olur” dedim.

Evet şuradaki yazımda göreceğiniz üzere sigarayı bıraktım ben de ve dört ay geçti üzerinden. Artık kokusundan hoşlanmamaya başladım, bir yerde üzerime sigara kokusu sinse, özellikle de saçlarımda hisssetsem bu kokuyu, acayip rahatsız oluyorum.  Bir de bu hale gelebileceğim aklıma bile gelmezdi. Çünkü “bırakmalısın” diyenlere “ama ben sigarayı çok seviyorum” derdim. Düşünüyorum da şimdi, sevmek değilmiş aslında o; bırakamamanın, zayıflığın  bahanesiymiş. Kendime söylediğim kocaman bir yalanmış..
  Yoksa insan kendine zararı olan bir şeyi niye sevsin ki?



 
Şu negatif mesajlar veren reklamlardan bahsediyorduk. Gerek sigara paketlerinin üzerindeki ürkütücü görsel ve cümleler, gerekse televizyonlarda yayınlanan “kamu spotları” na bakınca sizin de sinirleriniz bozulmuyor mu? Sigaranın zararlarını anlatmak için boğazına boru takılı koah hastasını gösteriyorlar, ya da yaşlanmış elleri gösteriyorlar, ..vs. vs.

Bırakın sigarayı, geçenlerde zorunlu deprem sigortası ile ilgili bir kamu spotu gördüm, sonuna kadar izleyemedim bile.. Ürkek bir kıza “kendi banyon gibi kullanabilirsin, çekinme” diyor ev sahibi. Kız ezilip büzülerek banyoya giriyor. Sonrasında dramatik dış ses, “deprem yüzünden binlerce insan başkalarının evine sığınmak zorunda kaldı, zorunlu deprem sigortasını yaptırın bu duruma düşmeyin” diyor.. 

Bir mağduriyet, bir eziklik mesajları, bir olumsuzlama ki sorma gitsin!  İzleyeni, - tabii sonuna kadar izleyebilirse- direkt bunalıma sokan cinsten..  

 Ha eğitimde baskının ve dayağın faydalarına inanmışsın, ha sigarayı bıraktırmak için insanları böyle korkutmuşsun; bence aynı.. 

Ben asla bu şekilde yönlendirmelerden etkilenmem, hatta çirkin bulurum bu tarz anlatımları ve o anlatılan konu da doğal olarak itici gelir, ters teper bende.. Hatta anlatılan ana fikirden sırf bu saçma reklamlar, saçma uyarılar yüzünden uzak kalmışlığım bile olmuştur. Elbette psikologlar benim bu saptamama bilimsel bir açıklama getireceklerdir; benimkisi sadece bireysel deneyim ve gözlem diyelim. 
Konumuza dönersek, sigarayı bırakmaya teşvik etmek pozitif ve esprili mesajlarla olmalı diyorum.

Mesela ben, dört ayda kendimde olan  olumlu değişikleri sıralayayım sizlere, içinizde sigara içenler belki bendeki değişiklikleri beğenecek, sigarayı bırakacaktır.  Bir kişi bile etkilense, bu yazı amacına ulaşmış sayılır benim gözümde..


Sigarayı bıraktıktan sonra bende nasıl değişiklikler oldu?



**Ağzım, saçım, giysilerim misler gibi kokuyor.

**Özellikle sabahları ağzımda paslı, dilimde metalik bir tat olurdu, artık yok.

**Özellike sağ elimin ikinci ve üçüncü parmağında ve tabii ki tırnaklarımda sararmalar vardı, artık yok! Kendimi çok daha temiz hissediyorum.

**Dişlerimde sigara lekesi kalmadı. Eskiden diş hekimine her gittiğimde, “hmm sigarayı bırakmanız lazım” gibi uyarılar alırdım. Bırakmadan önce gittiğim son diş hekimi, sigarayı bırakmazsam tedavimi yarım bırakacağını söylemişti, kendimi çaresiz, ezik, yani çok kötü hissetmiştim, kontrollere gidesim gelmiyordu. Artık böyle sorunlarım yok. Dişlerim tertemiz, en son gittiğim doktor, sigarayı bırakma hediyesi olarak dişlerime bir güzel cila bile yaptı☺


**Hani derler ya sigarayı bırakınca nefesin açılıyor diye, gerçekten de öyle.. Eskiden derin nefes almak istediğimde göğsümün oralarda nefesin tıkandığını, bir engelle karşılaştığını hissederdim. Şimdi diyaframımı rahatlıkla doldurabiliyorum. Acıma falan yok, müthiş bir keyif bu..
**Burnum çok hassaslaştı, en hafif kokuları bile algılamaya başladım.
**Eskiden, belki de bilinçaltımda suçluluk duygusu hissettiğim için sigara yüzünden ölenlerin haberlerine, bahsettiğim o ürkütücü kamu spotlarına bakamazdım. Artık bakabiliyorum.
**Eskiden iş yerlerinde nerede sigara içildiği konusu benim için çok önemliydi. Sigara içenlerin arasına kaynardım hemen ama ne yalan söyleyeyim, sık sık sigara molası vermeye gitmek biraz da rahatsız ederdi beni. Sanki  bütün gözler üzerimdeymiş gibi hissederdim. Hızlıca birkaç nefes çekip işime geri dönerdim, sanki hap içer gibiydi sigara molaları. Keyif değildi hiç.  Yeni başladığım iş yerinde sigara içmeyen 3 kişiden biri olmaktan ise gurur duydum açıkçası.. İçen çoğunluk molaya çıkıyor zorunlu ihtiyaçtan, bizse içmeyen azınlık olarak böyle dertler yaşamıyoruz. 
** Param cebimde kalıyor, az da değil sigara tasarrufum..
**Artık özgürüm, bir dumanın bağımlısı değilim..
**Evet aldım 5-6 kilo; ama sorun yok yavaş yavaş  vereceğim fazlalıkları. Zayıf ve sağlıksız olmaktansa fazladan alınmış bir kaç kilonun lafı bile olmaz!

Belki bugün yaparsınız seçiminizi, ne de olsa  slogan belli: 
"Senin bedenin, senin kararın!" 
Sevgiyle...


sigara içmemek

Devamını Oku

1 Mayıs 2014 Perşembe

1 Mayıs'ı kutlamak neyi değiştiriyor?

Geçen sene yazdığım  1 mayıs yazısından sonra ne değişti, bu sene neyi yazmalıyım ?

Çalışma ortamları daha mı insanca oldu?
Eşit işe eşit ücret anlayışı mı yerleşti?
Sendikalar öcü olmaktan mı çıktı?
Emek sömürüsü son mu buldu?
1 Mayıs

Asgari ücrete insanca yaşama zammı mı yapıldı?
Emeklilerimiz aldıkları maaşlarla dünya turuna çıkabilecek duruma mı geldiler?

Uzun ve insanlık dışı çalışma saatleri mi kısaldı?

Zorla mesaiye bıraktırılan emekçilerin de bir özel hayatı olduğu mu gündeme geldi?
Taşeron işçilerin hakları mı arttırıldı?

İş ilanlarındaki ayrımcılık, mesela 30 yaş sınırı mı kalktı?
Kadınlara ve engellilere daha mı çok iş verildi?

İşçilerin sigortasını eksik yatıran iş verenler ceza mı aldı?

Evde çalışan, yazı-çizi-düşünce emekçilerine köle muamelesi yapılmaktan vaz mı geçildi?

İnşaatlar yerine fabrikalar açıldı da işsizlik mi azaldı?

emekci kadinlar

Şirketlerini zararda gösterip işçilerine aylarca ödeme yapmayan patronların villalarına, yatlarına, kotralarına el mi konuldu?
İnanılmaz ayrıcalıklı hayatlar yaşayan milletvekillerinin maaşları mı düşürüldü, yoksa özel sigortalarından halk adına tasarrufta mı bulunuldu?
Düşüncesini özgürce yazan basın emekçileri artık hapse atılmıyor mu?
............

Bütün bu ve benzeri sorulara verilecek ortak cevap şu:

HAYIR, EMEK DÜNYASINDA POZİTİF BİR GELİŞME OLMADI SON BİR YILDA..
ZATEN YILLARDIR BİR GELİŞME OLMUYOR!

Sömürü devam ediyor, var olan haklar birer birer tırpanlanıyor, sırada kıdem tazminatının yok edilmesi projesi var mesela..

Bütün bunlar olup biterken birileri de emek mücadelesini 1 Mayıs'ta Taksim'de yürümeye endeksliyor ya, söyleyecek laf bulamıyorum! 

Evet, toplumsal hafızada bazı önemli olaylar taze kalmalı doğrudur, ama; 

1 Mayıs'ta Taksim'de yürüme ısrarına bunca yıldır harcadığınız enerjiyi ve emeği,  keşke 2 Mayıs'ta ve diğer günlerde yukarıda birazını bahsettiğim kemikleşmiş sorunların çözümü için de harcasanız!

Emekçilerin dünyasında bu kadar reel sorun varken, sadece 1 Mayıs mitinglerinde duygusal ısrarcılıkta var oluşunuzu, bir araya gelişinizi ve sonrasında ortadan yok oluşunuzu, olayları sessizce izleyişinizi anlamsız buluyorum kusura bakmayınız..

EMEKTEN YANA OLANLARIN BAYRAMINI KUTLAYAYIM KUTLAMASINA DA, İÇİME SİNMİYOR Kİ! 


Devamını Oku