30 Haziran 2014 Pazartesi

Dün Bloghocam'da konuk oldum..

Tebdil-i mekanda ferahlık vardır.” demiş atalarımız. Ben de öyle yaptım; gittim Bloghocam'a konuk yazar oldum.

Blog dünyasına girdiğim günden bu yana bana çok yardımcı olan Bloghocam'da yazımın yayınlanması ile inanın çok mutlu oldum; kendisine bir kez daha teşekkür etmek isterim..

O halde sözü fazla uzatmayalım; bugünkü yazımı okumak üzere buraya tıklamanızı rica ediyorum ve Bloghocam'a ışınlıyorum sizleri..


Sevgiler..


Devamını Oku

24 Haziran 2014 Salı

Dün doğum günümdü..

Dün benim doğum günümdü. Aslında hayatımda unutamayacağım doğum günlerimden biriydi bile diyebilirim. Epeyce bir şımartılmış hissettim kendimi. İnsan doğum günlerinde şımarmalı zaten, yaş ne olursa olsun kendini özel hissetmeli.



Şimdi burada görgüsüz görgüsüz hediye ve kutlama detaylarına girmek istemiyorum elbette.. Dün, hiç unutamayacağım çok özel günlerden biriydi demekle olaya noktayı koymak istiyorum, tam 3 tane pasta kestim, kolay mı.. Gerisi laf-ı güzaf.. (Boş söz-boş lakırdı)

doğum günü çiçeklerim
Benim gibi duygusal tarafınız biraz ağır basıyorsa, böyle özel günlerde daha bir hassaslaşmayı, ne bileyim tabiri caizse “sulu zırtlak” olma hallerini belki daha iyi anlarsınız. Ya düşünüyorum da aslında mutlu olmak veya üzülmek o kadar kolay ki.. Mesela ben.. Birisi gözümün içine sevgi dolu baksın, ben o gözün içinde o pırıltıyı göreyim, o günüm neşe içinde geçer. Tam tersi de mümkün elbette; birisi bana öfkeli ya da tepeden bir bakış atsın, mahvolur günüm. Bu bana has bir şey değil ki; hepimiz kırılganız, hepimiz negatif etkiye maruz kalınca tuzla buz olan, pozitif etkiye maruz kalınca içinde güller açan kristal vazolar gibiyiz.. Ama işte egosu kalbine baskı yapanlar, vazo kırıklarını göstermemek için bin bir takla attıkları yetmezmiş gibi, içlerinde açan çiçekleri de saklamaya çalışırlar. Ne gerek var, cidden ne anlamsız bütün bu çabalar! İnsan tarafımızı gerek kırılganlıklarımızla, gerekse sevinçlerimizle, yani bütün şeffaflıkları ile ortaya koysak ya..
Seviyorum!” diye haykırabilsek mesela bir insana, bir çiçeğe; ne bileyim işte bir çocuğa, ya da bir kedi yavrusuna.. Tam tersini de saklamasak, “beni kırdın, beni incittin, bunu ne olur bir daha yapma!” demekten de çekinmesek. İçimize atmasak bir şeyleri, kimse kimseye tepeden bakmasa..
Her birimize bu hayatta biçilmiş roller var; kimimiz zengini oynuyor kimimiz fakiri. Kimimiz patron rolünde, kimimiz ise işçi.. Bazılarımızın içi zengin, bazılarımızın dışı.. Aramızda sağlıklı olanlar da var, vücut bütünlüğünü tamamlamaya uğraşanlar da var.. Birileri fiziksel anlamda çok güzel ve bunun avantajını yaşıyor, öte yanda çirkinliği ile dalga geçildiği için kendini kötü hissedenler var.. Bazılarımızı pamuklara sarmalayan aileleri var, bazılarımız ise ailesi yüzünden acı çekiyor. İçimizde mücadele ede ede hayatı öğrenen de var, kendisine sunulan altın tepsideki sorunsuz hayatın anlamını kavrayamayanlar da var.. Demem o ki varız bir şekilde, ben de diyorum ki bütün varlık nedenlerimizi bir kenara bıraksak, her ne koşulda olsak dahi yaşamaktan az biraz keyif alsak, ne bileyim yüzlerimiz azıcık güleç olsa, insan olsak yani, harbiden insan olabilsek.. Dedim ya “sulu zırtlak” haller var üzerimde bugün..

Farkındaysanız “insan doğum gününde şımarmalı” diye başlayan eğlenceli yazı gittikçe derinlere doğru kaymaya başladı.. Olsun, bence sakıncası yok.. Sizce de yoksa devam edelim bu modda, içimi dökesim geldi saatlerin 07:29'u gösterdiği bu doğum günü ertesi sabahında..


Serin ama taze bir hava doluyor pencereden içeriye. Dün akşam vazoya koyduğum taze çiçeklerin kokusu burnumda, şehir yeni yeni uyanmaya başlamışken ben duygularımı paylaşabiliyorum tanımadığım ama sevgi dolu olduğunu bildiğim birçok yürekle.. Var mı ötesi.. Belki duygusallığı abarttığımı düşüneceksiniz ama yeri gelmişken bir şey daha itiraf etmek istiyorum. Ben bu sözleri yazıyorum ya şimdi evimde kendi kendime, birilerinin okuyacağını bilmek öyle güzel bir hisle dolduruyor ki içimi!. Acaba hangi bilmediğim insanların yüreklerinde bir yere dokunacak sözcüklerim diyorum, acaba kaç kişiyle gönül köprüsü kurduk diyorum, acaba kaç kişiyle dertleştik, kaç kişiyle HEMHÂL olduk diyorum, bunları dedikçe blog tutmak ne güzel bir şeymiş diye düşünüyorum. Buraya her yazdığımda gönlümün gizli kalmış odacıklarının kapıları açılıyor birer birer. Farkında mısınız bilmiyorum ama bu sabah öyle böyle değil, tam bir iç döküş oldu bu yazı.. Gönül kapılarından gelen açılmış kilit seslerini takip edenleriniz görüyor, ben de onları görüyorum zaten..

Madem içsel bir dökülüş yazısı oldu bu, o halde doğum günü dileklerimi sesli olarak gönderiyorum evrene..

- Ey Evren, sevgili Evren; işte öyle olsun her şey, sen zaten biliyorsun ne istediğimi...


Devamını Oku

17 Haziran 2014 Salı

Kadın kadına arkadaşlık yapmamak için 7 neden


Bir kadını derinden yaralayacak tek yaratık ne onun sevgilisi, ne eşi, ne kardeşidir.
Bir kadını derinden yaralayacak olan, yine başka bir kadındır.
Çünkü kadınlar arasında dile getirilsin ya da getirilmesin korkunç bir rekabet ve dolayısıyla da kıskançlık vardır. Hal böyle olunca da kadınlar âdeta birbirlerini yıpratmak, yok etmek için programlanmışcasına davranırlar. Hele ki ortamda güzel, ya da başarılı, ya da bir şekilde ilgi odağı olabilen bir kadın varsa.. Neler olacağını tahmin bile edemiyorum. İşte sırf bu nedenle de kadın erkek arkadaşlığı, kadın kadın arkadaşlığından çok daha düzeyli ve çok daha dürüstçedir diyorum ben. Bunu bir tek ben değil, birçok insan söylüyor gerçi.
Konu hakkında örnekler çok. Şimdi ben size kadın kadına arkadaşlık yapmamak için kendi gözlemlerime dayanan 7 nedeni sıralamak istiyorum, ilaveleri ise sizden bekliyorum.


1- Saçların berbat olmuş !

Mesela bir kadının saçlarının boya zamanı geldiyse, buna da bir türlü vakit bulamıyor ve kötü saçlarıyla dolaşıyorsa hemcinsi “Ayy, saçın cidden çok kötü görünüyor, dip boya zamanı gelmiş” der rahatlıkla. Karşısındaki kadın en neşeli haldeyken söyler hem de bunu, moral bozmayı başardıktan sonra ise arkasına döner, kıs kıs gülerek olay yerinden uzaklaşır. Yüreği soğumuş mudur diye sorarsanız söyleyeyim, fazlasıyla soğumuştur hem de.. Dip boyası gelen kadının ise günü zehir olur, aynaya bakar, “evet çok kötü görünüyorum” der, ya da ağlamaklı bir bakışla “Ona ne ki saçlarımdan” diyerek kendini avutmaya çalışır. Oysa bir erkek arkadaş – eğer feminen tavırları yoksa, ve de çok kıl kuyruk değilse- asla ve kat'a bir kadının saç boyasının zamanı geldiğini anlamaz. Anlasa bile asla bunu belli etmez. İşte size kadın kadına arkadaşlık yapmamak için en geçerli birinci neden!

2- Çok kilo almışsın!

Bir kadına -eğer zafiyet geçirme noktasında değilse- söylenebilecek en ağır cümle budur. Bu ağır cümleyi de tahmininiz üzere elbette ki sivri dilli bir başka kadın rahatlıkla sarf edebilir. Çeşitli şekillerde vuku bulur durum. Mesela yıllardır görüşmemiş olan iki kadın karşılaşır, önce davranan, ya da en kötü fikirli olan hemen zehirini akıtır: “Çok kilo almışsın!”
Diğer kadın ya kendini savunmaya geçerek mesela “Ya sorma bu aralar şişkinlik sorunum var” der, ya da yansıtma psikolojisi ile “Sen de şekerim, sen de almışsın epey!” der. Bu söz düellosu böylece sürer gider, altta kalanın canı çıkana kadar.
İşin komik tarafı ise şudur. Obezite sınırlarında gezen, hayatı boyunca tombik dolaşmış bir kadının, sadece 50'den 53'e çıkmış kadın arkadaşına bu cümleyi söylediğine sık sık tanık olursunuz. Çünkü 53'e çıkan kadın kibarlığından “Sen kendine baksana şişko!” dememiştir hiç ona.. Bilemiyorum tabii ki bu işin sınırı nedir, ama bence herkesin kilosu kendinedir, “Çok kilo almışsın!” diyen kadın her ne kadar “dost acı söyler” lafının arkasına sığınmaya kalksa da bence dost değil olsa olsa post'tur..

3- Bu giysi sana hiç yakışmamış!

Belki o giysi gerçekten de yakışmamış olabilir, giyen kişi farkında değildir; belki mecburiyetten giymiştir. Belki de yakışmadığını bile bile öyle bir tercih yapmıştır. Düşünün bir davettesiniz, son anda bulduğunuz ve pek de içinize sinmemiş kıyafeti giymişsiniz mecburen, bir tane patavatsız kadın çıkar ve ruhunun bütün kirliliğini döker ortaya: “Ayy, keşke geçen Selma'nın düğününde giydiğin siyah elbiseyi giyseydin, kusura bakma ama bu mor sana hiç olmamış!”
Ne denir ki böyle bir durumda, akıldan geçen konuşma balonlarında binbir söz dolanır da ne denir böyle bir kadına? Söyleseniz, onun düzeysizliğine inmiş olursunuz; söylemeseniz içinize dert olur.. Böyle kadınların bence üzeri çizilmelidir, değil arkadaşlık yapmak, asla selam verilmeyecekler kategorisine alınmalıdır bu cinsler.. Bir erkek, eğer odungiller familyasından değilse asla böyle bir laf etmez, zaten familyası odunsa onun da üzeri çizilmelidir dememe gerek yok sanırım.

4- Seni aldatıyor olmasın!

Eğer gizli bir aşk duygusu yoksa, -ki zaten olsa belli olur - hiçbir erkek arkadaş, kadın arkadaşına “eşin, sevgilin, nişanlın.. seni aldatıyor olabilir” demez. Bu cümle, kendi ilişkisinde sorunlar yaşayan, mutlu ilişkileri kıskanan bir kadının ağzından çıkabilir ancak. Hemen kendi kategorisine çekmeye çalışırlar sizi bir de.. “Bizdeki de güzel şansı, bak şu halimize; güzeliz, işimiz gücümüz var, erkekten yana ise şansımız gülmüyor şekerim.” derler. Oysa sizin ilişkinizde aldatma falan yoktur. Böyle kıskanç bir kadının kurbanı olduysanız, kendinize ve eşinize güveniyorsanız asla böyle tuzaklara gelmemelisiniz. Bir kez sizde şüphe oluşturduğunu anlarsa emin olun partnerinizle aranız bozulana kadar zehrini akıtmaya devam edecektir. Ruh halinizi iyice bozduktan sonra ise sahte dert ortaklığı yaparak sizi iyice dibe çekmeye çalışacaktır muhtemelen.. Oysa bir erkek arkadaş, elinde kanıt olmadan asla ve kat'a böyle bir şey yapmaz.

5-Benimkisi bana bu kolyeyi almış!

Bir de hava atarlar ki, aman da aman.. Dünyanın en düşünceli kocası onunkidir, sevgililer gününde ne güzel bir kolye almıştır. Aman da aman evde bütün ütüleri onun kocası yapar, onun kocası çok harikadır...
Oysa bir erkek arkadaş, size asla karısını böyle abartarak övmez. Onunla sanat, edebiyat, politika, felsefe, kitaplar, sinema falan konuşursunuz çünkü. Kendi aralarında belki dedikodu yapıyordur erkekler ama bir kadın arkadaşla olan diyalogları asla böyle hava atma boyutlarına gelmez.. Hava atan kadında tehlike potansiyeli olduğunu bilmelisiniz, çünkü hava atan aynı zamanda kıskançtır da..

6- Ben olsam çoktan sepetlemiştim!

Boş bulunup bir kadın arkadaşınıza ilişkinizdeki ufak bir sorununuzu anlattınız diyelim. Mesela dediniz ki “Bizim öyle büyük bir sorunumuz yok, sadece eşim biraz dağınık! Dün de çoraplarını sağa sola fırlattığı için atıştık biraz!”
Vay siz misiniz bunu diyen, karşınızdaki kadın eğer vicdanlı ve huzurlu bir kadın değilse, başlar eşinizi ve elbette ki sizi yargılamaya. Ne sizin köleliğiniz kalır, ne geyşalığınız kalır.. Feminizmden girer, eşitlikten çıkar, hatta çoğunlukla “Ben olsam çoktan sepetlemiştim” diyerek verir gazı size, verir gazı size... Aman diyelim, gayet iyi giden ilişkinizdeki eften püften sorunları bu tip kadınlara anlatarak kendinizi sakın riske atmayın!

7- Boş konuşan kadınlar!

Kadın arkadaşlarınızı gözünüzün önüne getirin. İçlerinde çok sevdiğiniz ama çok konuşup başınızı ağrıtan kaç tane var bir düşünün.. Liste bayağı kabarık değil mi?
Çünkü maalesef hemcinslerimizin çoğu çok konuşur. “Bugün nasılsın?” dersiniz mesela, “Eh işte; kayınvalidemle hafif atışıp kocama da şöyle şöyle dedikten sonra yolda giderken bir de Süheyla'ya rastladım. Süheyla'yı sana anlatmış mıydım, hani eşinden boşanan arkadaşım var ya, o işte. Anlatmadım mı, ya işte bu Süheyla... dır dır dır vır vır vır bla bla bla...”
Siz sadece “nasılsın bugün?” demiştiniz nezaket icabı, eğer araya girerek konuyu değiştirme manevrası yapma kabiliyetiniz yoksa en az 15 dakika uzar bu konuşma, konuşma da demeyelim aslında, monolog çünkü bu.. Anlatır da anlatır arkadaşınız, telefonda iseniz ahizeyi kulağınızdan uzaklaştırıp arada sırada “hıhı evet haklısın, öyle tabii...” şeklinde konuşmaya katılmaya çalışırsınız, işteyseniz bütün konsantrasyonunuz allak bullak olduğu için sinir olursunuz. Tek çözümünüz tuvalete kaçmak olabilir, tabii eğer şanslı değilseniz döndüğünüzde arkadaşınızın kaldığı yerden devam etme riskini de hesaplamanız lazım. Oysa bir erkek arkadaşınıza “Nasılsın bugün?” diye sorsanız muhtemelen “İyi, ya sen?” diye cevap verecektir. Karar sizin..


Elbette bütün kadınlar aynı değil, biraz abartmış da olabilirim yazarken; yorumlarınızı merakla bekliyorum ☺



Devamını Oku

13 Haziran 2014 Cuma

Bebek hediyesi süper oldu!


Size de olmaz mı; hani bir buluşmayı, ya da bir aramayı erteleyip durursunuz.. Mesela birini arayacaksınızdır; bugün aramazsınız, yarın aramazsınız, sonrasında aramanızın anlamı kalmaz; derken aramaya utanır hale gelirsiniz. İnce eleyip sık dokuduğunuz için, “Çok geç oldu ayıp olur artık” dediğiniz için, bir de bakmışsınız aradan yıllar geçmiş.

Geçenlerde de bahsetmiştim, bizim üst kattaki komşunun bir bebeği oldu. Kendileri apartmanda en sık görüştüğüm (evlerine 5 sene içinde 1 kere gittim ama olsun, seviyorum onları), kafa yapısı benimkine en yakın olan, sevimli bir çift. Bebek beklerken sık sık görmüş, heyecanlarını da paylaşmıştım. Bebek gelince Facebook'dan “hoşgeldin bebek” demişlerdi, ben de iyi dileklerimi belirtmiştim. Hatta Facebook'da ilk yorum yapan da bendim ..

Elbette sosyal medya kutlamasındaki zamanlama başarım, 16 mayısta doğum yapan üst kat komşuma bugüne kadar gitmeyişimi haklı kılmaz, ben de biliyorum..

İlk hafta içinde kendileri ile merdivende karşılaştık, “Bir türlü zaman bulamadım, geleceğim apartmanımızın yeni delikanlısını görmeye” dedim ve hoş karşıladılar, ne de olsa bir hafta pek uzun zaman sayılmazdı.

Sonrasında yeni baba ile her sabah sokakta karşılaşmaya başladık, işe gidiş saatlerimiz çakışıyordu çünkü. İlk zamanlar, “Ya bir türlü gelemedim, ne kadar tembelim” deyip gülümsesem de, son günlerde bu davranışım beni bile tatmin etmez oldu. Geçici çözümü hemen devreye soktum. Ne mi yaptım, 5 dakika erken çıkmaya başladım evden.. En azından yeni baba ile karşılaşıp kem küm etmekten kurtulmuş oldum, ama içim yine rahat değildi elbette. Gülüyorsunuz bu halime farkındayım; ne yapayım, apartmandaki en değerli komşum için güzel bir hediye almadan bebek görmeye gidemezdim, takıntı var azıcık..

Bebek hediyesi almaktan kolay ne var diyorsunuz, evet öyle.. Ama dedim ya bazen hayat kendiliğinden erteleniyor. Hele bir de serde azıcık mükemmeliyetçi olma kaygısı da varsa bunları yaşamak normalleşiyor..

Fazla gecikmedim Allahtan, geçen gün kronikleşen bu erteleme hallerine son vermek için bir adım attım. Son 7 senedir ne zaman hediye konusunda başım sıkışsa, imdadıma yetişen First Steps'e başvurdum. Birinin doğum günü olur, onlara başvururum; biri evlenir, direkt onları ararım, yeni yıl gelince yine onlara başvurum. Bu sefer, iş güç telaşından bu klasik yöntemi ertelediğim için, bir ay boyunca boşu boşuna kendime işkence yaptım ya neyse artık olan oldu..

First Steps'in çok sevdiğim sahibesi Yurdagül Kaya bence sanatçı, kreatif yönetmen falan olmalıydı, zannımca yanlışlıkla endüstri mühendisi olmuş. Çünkü dokunduğu her şey abartmıyorum bir sanat eserine dönüşüyor. Beyaz, sıradan bir mum mesela, bakıyorsunuz üzerinde anne figürleriyle, yaldızlarla, kurdelelerle, kristal tüllerle harika bir anneler günü hediyesi olmuş çıkmış. Kendisi gibi yaratıcı ve de güler yüzlü bir ekibi var; gerek bireysel, gerekse kurumsal hediye konusunda harikalar yaratıyorlar. Şimdi böyle ballandıra ballandıra anlattığım için sakın bu yazının bir tanıtım yazısı, bir reklam yazısı olduğunu düşünmeyesiniz. Bu yazdıklarım, sadece içten gelen bir teşekkür için, aslında gecikmiş de bir yazı.. 
Şimdi ekleyeceğim resimlere bakınca neden böyle şeyler yazdığımı siz de anlayacaksınız..


kurdele yerine cam emzik!



Yalan Dünya'daki Reis'in sesi geldi kulağıma,
” Abartmayı hiç sevmem, ben yalnız belgesel..” ☺






 Hediye dediğin böyle estetik olmalı!
Hediye ille de pahalı olacak diye bir kural yok. Estetik olsun yeter ki..
Şimdi şu tülün üzerindeki pırıltılı taşlara, kurdele olarak kullanılan simli ipin zarafetine, fiyonk yerine altını çizerek söylüyorum, camdan yapılmış  şu yukarıda gördüğünüz mavi emzikteki espriye bakar mısınız?

Boşuna First Steps bu işi çok iyi yapıyor demiyorum ben. İçindeki hediye ne olursa olsun, dışındaki bu süsleme ile zaten hediye verdiğiniz kişiye ne kadar  özel olduğunu hissettiriyorsunuz. Bana böyle bir hediye gelse, kesinlikle çok mutlu olurdum ve hatta  kullanmaya bile kıyamazdım sanırım.




Çilli Kızım ve Mahçup Oğlum
Resimdeki bez bebek, el emeği göz nuru. Sevgili  First Steps, Anadolu'nun bir çok uzak ilindeki ev kadınlarına bu tip ürünler yaptırarak aslında bence çok önemli olan bir sosyal sorumluluk projesini de üstlenmiş oluyor.
Benim hediyemdeki erkek versiyon, adı “Mahçup Oğlum”, bir de kız versiyonu var ki şeker şeker mi şeker, onun da adı “Çilli Kızım”mış ☺ 
 Hem ekonomik, hem nostaljik, hem sağlıklı, hem dayanışma ruhunu içeren, hem yetenekli ev kadınlarına ekonomik özgürlük sağlayan, hem güzel... Bundan anlamlı hediye olur mu, ben bayıldım ki ne bayıldım.. Eminim Ege'nin annesi de bayılacak, bu akşam vereceğim hediyeyi.. 



Battaniyedeki nakış detayının şirinliğini de göstermek istedim size.. Tülleri bozarım diye açmadım, pek de düzgün çıkmadı fotoğraf, idare edeceksiniz artık..
 Nakış makineleri var, ismi veriyorsunuz, onlar mutlaka yanına bir şirinlik ilave ediyorlar. Bizim Ege bebeğe de bu ayak izlerini eklemişler, çok güzel olmuş cidden..

Ben hediye almaktan çok vermeyi severim. Dün kargo ile bu paket gelince içim içime sığmadı, dayanamayıp sizinle de paylaşayım istedim. Şimdiye kadar sizlere hiçbir şey tavsiye etmemiştim, takip edenleriniz bilir. Ama  hediye ihtiyaçlarınız için Firststeps'e mutlaka bakın diyebilirim gönül rahatlığıyla; hatta benden de selam söylemeyi unutmayın derim ☺

Mutlu bir gün olsun herkes için..



Devamını Oku

11 Haziran 2014 Çarşamba

Siz olsaydınız benim yerimde, ne yapardınız?

Yok, gerçekten spekülatif yazılar yazarak bu blogun takipçilerine hoşça vakit geçirtmek,  ya da tam tersini yapıp onları gaza getirmek gibi çabalarım gerçekten yok. Ben sadece içimi dışarıya vuruyorum hepsi bu.

Azıcık etliye sütlüye dokunan bir şeylerden bahsetsem, mutlaka birileri çıkıp “Evdeyazar bak olmuyor ama, bu blogda siyaset yapmaya başladıysan bilelim, hımmm..!” şeklinde uyarı yorumları yazıyor. Azıcık yakınsam beni rahatsız eden bir şeylerden, “Evdeyazar sen ne kadar pesimistsin, bak iyi şeyler var niye görmüyorsun hmmmm..!” şeklinde başka bir uyarı geliyor. Ben de her seferinde diyorum ki “Yapmayın etmeyin, burası mütevazı bir blog, saldırmayın bana. Yazılarımı beğenmiyorsanız gelmeyin, inanın kızmam. Ya da bugün yazdıklarıma katılmadıysanız  yine yorum yapın ama yazarken “hmmm.. !bak olmadı böyle...” gibi bir tarzınız olmasın rica edeceğim..” 


Çünkü kendimi bildim bileli bütün  hayat mücadelem en azından bireysel anlamda özgür olabilmek, özgürce kararlar alabilmek, özgürce düşünüp davranabilmek üzerine kurulu oldu.. Bunun için de  "Hmmm..! Öyle yapmayacaksın!" diyerek işaret parmağı sallamaya kalkan insanları bugüne kadar hep sildim attım. Bu patron oldu kimi zaman; derhal içimdekileri söyleyerek işi bıraktım; akraba oldu, üzerini çizdim; arkadaş oldu "artık görüşmeyelim" dedim... 

Ben bu konularda ne kadar net olsam da yok arkadaş!  İlle de yönlendireceğiz ya birilerini! Bu ister içinden geldiği gibi internet günlüğü tutmaya çalışan mütevazı bir blog yazarı olsun, isterse kelli felli ünlü bir köşe yazarı olsun, hatta kırk yıllık dostumuz olsun, tavrımız hiç değişmiyor.. “Hmmm, bak görürsün böyle yapmaya devam edersen!..” şeklinde, işaret parmağı sallama huyumuz, yaşamımızın her boyutunda devam ediyor maalesef.

Bazı şeyleri onur gurur meselesi yapıp hatta bütün köprüleri o şey uğruna yıkmayı göze alırken, ne hikmetse asıl bizi aşağılayan durumları görmezden gelme konusunda da üstümüze yok, ne diyeyim ki şimdi!.. Hatırlıyorum bir dizi filmde bir replik geçti diye bütün hemşireler birleşip yürümüştü; neymiş efendim; gururları dizi filmde kırılmışmış!! Yahu dizi işte adı üzerinde, kurgu, senaryo bu; gülüp geçeceksiniz.. Niye hemen “hmmm ... bak sen!” hallerinde savunma ve saldırı moduna girersiniz ki?

Niye yazıyorum bütün bunları? Çünkü yakınımdan yöremden birisi bana "Hımm, bak işte böyle yaparsan karışmam haa!" tavırlarına girip bana işaret parmağını sallama durumu yaşattı, işte bütün bu uzun girizgâhın nedeni bu aslında..

Olay tam da şöyle gelişti: 

Dün çok eski bir arkadaşım, telefonla aradı sabah 10 sıralarında. Normalde o saatlerde hiç aramaz, öğle yemeği molasında arar. Ben de gayri ihtiyari telefonu “hayırdır, bir şey mi var?” diye açtım.. Vay efendim ben nasıl böyle dermişim, bir şey mi olması gerekirmiş beni araması için! Dur arkadaş, bir sakinleş, bir dinle.. Telefonu böyle açmamın nedeni; birincisi hiç o saatlerde aramazdın diyecektim, ikincisi de son zamanlarda şu şununla evleniyor, bu da hasta olmuş, bilmem kimin birisi ölmüş şeklinde açıkçası hiç de ilgimi çekmeyen haberler verdiği içindi.. Söyleyemedim maalesef bunları; öyle bir çemkirdi ki telefonda bana, hatta konu başka yerlere gitti, sonrasında “sen bana kapris yapıyorsun, senden başka bana kapris yapan yok, istersen artık arkadaş olmayalım, zaten bir sürü problemim var, kapris kaldıramıyorum, beni hatalarımla kabul et filan falan...” dedi ve telefonu yüzüme kapattı.. Tam da  anlattığım
" Hmm.. Ne yapıyorsun öyle!" durumları, bingo!!
 İnanın O, bu ve benzeri cümleler kurarken ben hiç cevap vermedim, sadece sustum..

Söylenip söylenip telefonu kapatınca ben öylece kalakaldım, günüm rezil gibi geçti o ayrı mesele elbette..
Muhtemelen başka bir derdi vardı ve bana kustu sinirini.. İyi de pardon, dost olmak  duygusal şiddete maruz kalmak mı demek.. En yakınlarımızı incittiğimizde yüreğimiz serinliyorsa eğer, bence o yürek yangınlı kalsın daha iyi..

Neyse işte, arkadaş dediğim öyle böyle değil, üniversite birinci sınıfın birinci gününde hem sınıfta hem de yurtta aynı odaya düştük ve aradan upuzun yıllar geçti ve çok şey paylaştık;  bu günlere geldik.. Bu ne şimdi böyle, bana “istersen artık arkadaş olmayalım” dedi bakar mısınız!
Al mektuplarını ver mektuplarımı hesabı yani, bildiğin ilkokul seviyesinde “ben sana küstüm” halleri.. Şimdi bu durumda siz olsanız ne yapardınız bilmiyorum tabii ama ben cidden arkadaşımın bu “konuşmayalım” önerisini aldım kabul ettim.


İnsan yoruluyor; aradan geçen yıllar ilişkileri yıpratınca, olay gözünün üzerinde kaşın var noktasına gelince fazla da uzatmamak lazım. Efendi efendi o insanı hayatından çıkarmayı bilmek lazım diye düşünüyorum. O insan ister dostun olsun, ister arkadaşın olsun, ister sevgilin olsun, ister eşin olsun, ister kardeşin olsun, ister akraban olsun, kim olursa olsun, ilişkiniz sizi yıpratıyorsa “eyvallah” demeyi bilerek çekip gideceksiniz.. Aradan geçen yılların matematiksel hesabına girmeden hem de..

Ben de öyle yapmaya karar verdim. Üzülmedim mi, üzülmesem bu yazıyı yazıp böyle özel bir durumu sizlerle paylaşmazdım..

Yani demem o ki, aslında dünya güzel bir yer. Biz insanlar saçma sapan hallerimiz, tavırlarımız, konuşmalarımız, davranışlarımızla bu dünyayı çekilmez kılabiliyoruz.

 Şimdi size 10 puanlık günün sosyal bilgiler sorusu:

Siz olsaydınız bu arkadaşla ilgili ne yapardınız?



Devamını Oku

10 Haziran 2014 Salı

Bebeksel devinimler..

Farkında mısınız ne kadar çok bebek doğuyor.
Mesela kendi çevremden söyleyeyim:
Üst kat komşumuza iki hafta önce bebek geldi, benim bir yakınıma iki hafta içinde bebek gelecek. İş yerinde bir arkadaş bebek beklediğini yeni öğrendi, iş yerinde bir diğer arkadaş da her an bebek haberi almayı bekliyor.
Demem o ki ben bir kişiyim ve düşünün çevremde 4 kişide bebeksel bir devinim var.

babies

Bebekler güzel varlıklar elbette; geldikleri aileye neşe ve enerji getiriyorlar.
Doğanın en büyük mucizesi de bu doğum olayı, bunu asla yadsımıyorum.
İyi güzel de, o bebekler büyüyüp yetişkin insan olduklarında, bütün masumiyet yok olup gidiyor; değişiyor her şey..

Annelerinin bin bir eziyetle 9 ay karınlarında taşıdığı, öpüp kokladığı o bebekler büyüyor ve büyüdükçe de yok oluyor iyilik güzellik halleri..

Cinayetleri o bebekler işliyor, katliamları yapanlar da bebek değil miydi bir zamanlar? Pedofili olanları, sapıkları, hırsızları, rüşvet alanları, dolandırıcıları...
 Hangi birini sayayım; bütün bu insan müsveddeleri de mis kokan bebeklerdi bir zamanlar.. Anneleri o bebekler için kim bilir ne kadar güzel hayaller kurmuşlardı.. 
Ne oldu bütün o güzel bebeklere?
Böyle düşününce nasıl da ürperiyor insan. O masum, o sevimli, o etrafına neşe saçan küçücük yaratıkların içlerinde bir yerlerde böylesine kötülükler mi besleniyor yoksa?
insanın aklı gerçekten almıyor.
Resim yazısı ekle
 Gregor Samsa'nın böceğe dönüşmesi ile bir bebeğin böyle bir insana dönüşmesi arasında fark var mı? 

Egosal davranmak, kıskançlıktan sürekli birilerini demoralize etmeye çalışmak, saçma sapan intikamlar almak; haset, nefret, kinle planlar kurup insanlara kötülük yapmak; başkasının kötü halleriyle mutlu olmak, başkasının ayağını kaydırmak, yalan söylemek, aldatmak, başkasını kullanmak; para hırsı, mevki hırsı, iktidar hırsı... Bu kötülüklerin hepsi o bebeklerin yüzünden olmuyor mu?

Ne diyordu Edip Cansever;

                                               ".. O çocuklar büyüyecek
                                                 O çocuklar büyüyecek
                                                   O çocuklar..."

O çocuklar büyüdükçe bebekleri oluyor ve hep böyle devam edip gidiyor döngü. Keşke dünyaya bebek getirecek ailelere psikolojik testler yapılsa.. Sevgisiz olanlara, merhametsiz olanlara, acımasız olanlara, bencil olanlara; yani ruhsal gelişimini tamamlamamış olanlara dünyaya çocuk getirme hakkı tanınmasa..

Ya da ne bileyim, çocuklara daha anne karnındayken insan sevgisi, doğa sevgisi, merhamet, alçak gönüllülük, iyilik gibi pozitif duygular enjekte edilebilse..

Bu kadar çok bebeğin dünyaya gelmesinden ürküyorum itiraf edeyim.. 

Zaten yeterince mahvetmişiz dünyayı; zaten yeterince kirletmişiz ve zaten yeterince yok etmişiz kaynakları, zaten yeterince kötüler var içimizde..

Dünyada bolluk ve zenginlik varken bile insanlar kötü olmaya devam ettiklerine, saçma savaşlar çıkardıklarına göre; suyumuz azaldığında, doğa kaynakları hızla alt üst olurken, yaşamanın giderek zorlaştığı rekabet dolu bir dünyada, yani kapitalizmin giderek vahşileştiği, hem insanları hem de doğayı korkunç pençeleriyle yok etmeye çalıştığı bir dünyada o çocuklar büyüdüklerinde masum kalabilecekler mi?

Bence çoğalmadan önce herkes bir kez daha düşünmeli, ne kadar ağır bir sorumluluğun altına girdiklerinin ayrımına varabilmeli..

Devamını Oku

5 Haziran 2014 Perşembe

Hurriyet SOSYAL Deneyimim

Facebook ve Twitter severler bu yazım sizin ilginizi çekebilir. Neden mi?
Nedeni yeni deneyimlediğim Hürriyet Sosyal servisi Facebook ve Twitter
mantığına benzemiş ama ikisinden de çok daha farklı olmuş. Çünkü
paylaşımlar artık haber odaklı ve yorumlarınız daha da değerli..
Şimdi Hürriyet Sosyal benim deneyimlediğim kadarı ile nedir nasıl
kullanılabilir ona bir bakalım!
Öncelikle bu servis bir hurriyet.com.tr servisi. Eğer üye olmak istiyorsanız
diğer sosyal paylaşım sitelerinde olduğu gibi bir mail adresi ile ücretsiz olarak
kayıt oluyorsunuz. Daha sonra kendi üyeliğinizi aktif ediyorsunuz. Isterseniz
üyelik bilgilerinizi herkese açık veya sadece arkadaşalarınızın görmesini
sağlayarak özelleştirebiliyorsunuz.
Üye olmak için 2 dakikaya ihtiyacınız var.
1. adım Kategori Seçimi

Tam olarak sayısını bilmiyorum ama 100 civarında kategoriden size uygun olanları
seçiyorsunuz. Bu kategori seçimleri size ait özelleştirilmiş sayfanızda hangi
hurriyet.com.tr haberleri öncelikle görünmesini istediğinizi belirliyor. Bu
sayede sizin ilginizi çekmeyen örn: hamilelik haberleri sizin sayfanızda ilk
sıralarda çıkmamasını sağlayabiliyorsunuz. Bu kategorilere ayırma fikri benim
çok hoşuma giden bir özellik. Ayrıca seçimleri daha sonra da
değiştirebildiğiniz için çok da zaman harcamadan 5-6 kategori seçerek hemen
ilk adımı geçebilirsiniz.
2. adım Takip edeceğiniz kişiler

2. adımda takip edeceğiniz kişileri Twitter mantığı ile kendiniz
seçebiliyorsunuz. Bu kişileri seçerek onların gönderilerini ve haberlere
yorumlarını takip edebiliyorsunuz. Ayrıca ilk kategori gibi takip edeceğiniz
kişileri daha sonra da şekillendirebiliyor değiştirebiliyorsunuz.
ve son olarak 3. adım profil ayarlarınızı yapmak.

Profilinizde isterseniz kullanacağınız fotografı seçebiliyorsunuz.
Kategorilerinizi ve takip ettiklerinizi görebiliyorsunuz. Hakkında bölümünü
doldurup takipcilerinizin sizi nasıl tanıyacaklarına karar veriyorsunuz...
Kısacası Hürriyet Sosyal Twitter ile Facebook karışımı HABER ODAKLI bir
sosyal paylaşım servisi olmuş. Ben çok beğendim. Öncelikle haber siteleri
içinde yine hurriyet bir adım önde olduğunu göstermiş. Facebook gibi
istediğiniz fotoğrafı ve durumu paylaşmanızı sağladığı için özgürlük hissi
veriyor. Gerçekten hürsünüz.
Twitter gibi takip etme ve edilme seçenekleri de getirdiği için başkalarını takip
etmek için ille arkadaşınız olması gerekmiyor. Farklı düşüncelere farklı ilgi
alanlarına sahip kişilerle tanışma ve onların yorumlarını görme şansınız da var.
Sonuç olarak
Hürriyet Sosyal, Haberin Sosyal Platformu olmak için çok güzel ve önemli bir
adım atmış. Bizlere de haber kaynaklı bir sosyal platformda yorumlarımıza
önem verdiğini göstermiş.

Hem sosyal medya kullanıcısını hedef kitlesi olarak seçtiği, hem de kendi
platformunu twitter ve facebook özelliklerini birleştirerek yapılandırdığı için
Hürriyet ekibini bir kez daha tebrik ediyorum. Bence çok güzel bir platform
oluşturmuşlar bundan sonrası kullanıcıların deneyimlemelerine ve haber ve
yorum odaklı bir sosyal medya platforumuna ne kadar ilgi göstereceklerine
bağlı olarak gelişecek.
Teşekkürler Hürriyet
http://sosyal.hurriyet.com.tr/

İçerik: http://www.omactivities.com/
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

4 Haziran 2014 Çarşamba

Kamu spotu mu, gerilim filmi mi?

Ekranda “bu film, depremzedelerin gerçek hikayelerinden esinlenerek hazırlanmıştır” yazısı belirir. Sonrasında da misafir olan genç kız ile evin sahibi genç kadın arasında geçer bu konuşma:


-Banyoya mı girecektin yavrum?
-Hı hı..
-Havlu vereyim mi?
-Sağol teyze, var havlum.
-Geç, kendi banyon gibi kullan yavrum.

Tam da bu anda, verilen mesajı pekiştirmek için araya duygu müziği girer. Genç kız ezilmiş büzülmüştür, ürkek ürkek çevresine bakmaktadır. Kızın yüzünden anlaşılır ki ev sahibi O'na misafir olduğunu fena hissettirmiştir, berbat durumdadır kız. Küçük Emrah filmlerindeki ürkek kız efektinin aynısıdır ekrandan yansıyan. Ne bir eksik, ne bir fazla..

Derken duygusuz, üstten üstten konuşan- kamu spotu insanı- bir kadın sesi devreye girer. Mesajı okuyan bu ses o kadar negatif, o kadar buyurgandır ve o kadar otoriterdir ki; sanki bir yerlerde işaret parmağını sallayarak sizi köşeye sıkıştırmış hissine kapılırsınız; üzerinize üzerinize gelir, bütün enerjinizi bir vantuz gibi sömürür. Şöyle der:

Depremde evi hasar gören pek çok insan, yakınlarına uzun süre misafir olmak zorunda kaldı. Zorunlu deprem sigortanızı yaptırın; zorunlu misafirlikten kurtulun..”
Dask- Doğal Afet Sigortaları Kurumu

Resim yazısı ekle

Bu ve benzeri kamu spotlarını ne zaman görsem hemen o kanalı değiştiriyorum, televizyonun sesini kısıyorum. Gösterdikeri felaket tabloları bende bilinç uyandırmak bir yana, sadece kaçma-anlatılanları duymama-yok sayma-başkaldırma hissi uyandırıyor.

Tamam deprem sigortası önemli bir şey, iyi de neden insanları yaralayarak, en derin korkularına ve kaygılarına parmak basarak yapıyorsunuz ki bunu? Bizi böyle korkuta korkuta, sindire sindire, gözümüzün içine parmağınızı soka soka , “yapmazsan bak neler olacak görürsün sen!” hışmıyla azarlaya azarlaya nasıl bir toplum haline getirdiniz böyle?

Bilinçlendirmek korkutarak olmaz beyler...

Sen benim gözümün içine parmağını sokacaksın, bana ezik muamelesi yapacaksın, “bak başına böyle şeyler gelir!” diye benim bilinç altıma pis duygu sömürülerini işleyeceksin, insanların yaşadığı duygusal travmaları sigorta parası almak için kullanacaksın, utanmadan bir de buna “gerçek yaşam öyküsü” deyip modelleme yapacaksın, ben de başımı eğip kabulleneceğim öyle mi?

Bu toplum bu muameleyi hak etmiyor!


Eğitimin korkutarak başarıya ulaşmayacağını bilmek için eğitimci olmaya da gerek yok..

Zaten sizin yaptığınız, kusura bakmayın ama işin kolayına kaçmak. Korkutmak için yaz aptal bir senaryo, oynat başarısız oyuncuları, kapkara bir ekrana yaz sloganı, adına da “kamu spotu” de!
Önemli olan, en karamsar konularda bile insanları ürkütmeden, hatta güldürüp eğlendirerek eğitmeyi başarabilmek.

Çok merak ediyorum, bu kamu spotu denen ve çoğu bana göre saçmalıktan ibaret olan diyalogları kimler yazıyor acaba? Yazarken psikologdan, sosyologdan, eğitimciden teorik destek alıyorlar mı?

Hayatımızın bütün alanlarında karşımıza çıkan, adeta bizi kuşatan bu arabesk yaklaşımlardan çok ama çok sıkıldım. Cehaletin bu kadar kol gezmesi bir yana, cahil insanların bağırlara basılıp yüceltilmesi ve bunun adına da “milli irade” denmesi midemi bulandırıyor ayrıca. Dedim ya, bu toplum bunu hak etmiyor.

Modern, eğitilmiş, bilinç düzeyi yükselmiş insanların arasında yaşamak istiyorum. Bu halleriniz bu tavırlarınızla içimi şişiriyorsunuz.

Ya değişin, gelişin biraz; ya da kamunuz da spotunuz da sizin olsun, kamu buysa ben orada yokum!

İçimdeki insan sevgisi gün be gün azalıyorsa, nedeni sizin bu tavırlarınız olabilir mi acaba?
Devamını Oku

3 Haziran 2014 Salı

Tarihe tanıklık ediyoruz farkında mısınız?

Uzun zamandır bunu yazmak istiyordum ama neresinden başlayacağımı bilemiyordum. Galiba yazacaklarımın özeti şu cümle:

Tarihe tanıklık ediyoruz farkında mısınız?”

Şimdi diyeceksiniz ki “yaşıyoruz ve zaman geçiyor, elbette tarihe tanıklık ediyoruz.” Benim bahsetmek istediğim bu değil. Demek istiyorum ki kayda geçmesi gereken çok önemli zamanlar yaşıyoruz. Bu yaşadığımız sürecin önemi belki 30 sene sonra, belki de 50 sene sonra çok daha iyi anlaşılacak. Belki gözümüzün önünde gelişen bütün bu olup bitene şu anda bilinçlerimiz kapalı yaklaşıyoruz ve farkında değiliz çoğu şeyin, ama öyle değil gerçekler.. Diyorum ya, çok önemli zamanlardan geçiyoruz.

Birşeylerin farkına varmak için ne olması gerekir?
Kan ve gözyaşı mı?
Gözle görünür değişimler mi?
Ucundan bize dokunması mı?
Birilerinin kafamıza sopayla vurup “anla artık!”demesi mi?

Bazen hepsi olsa da insanlar, gözünün önünde tanıklık ettiği tarihi gerçeklerin hâlâ da farkına varamayabilir. Farkına varamadığı için tepki de göstermez, tepki göstermediği için olan bitenin bir parçası olur hiç istemese de. Bazen de farkındadır ama tepki göstermek çıkarına ters geliyordur. En kötüsü ise  farkında olduğu halde yaşam koşullarının onu görmeme noktasında zorlamasıdır..

Şimdi düşünüyorum da 12 eylül öncesinde ve sonrasında binlerce, belki de milyonlarca kişi olup bitenin farkında değildi.. Günümüzden bakılınca buna inanmak kolay değil, çünkü artık o günleri konuşana, yazana, çizene ceza yok. O günler hakkında bilgi yaymak serbest; ama öyle miydi? Bugün 12 eylül konusunda üst perdeden ahkam kesen gazetecilerin çoğu o günlerde magazin haberleriyle meşguldü ne yazık ki!

Bir suç işleniyordu göz göre göre ama yaşananların “suç” olduğunu söylemek büyük bir suçtu. Hatırlasanıza !!

İnsanlar sokaklarda öldürülüyordu, faili meçhul cinayetler vardı, üniversiteler güvenli değildi, yazmak çizmek konuşmak direkt cezaevine atılıp senelerce özgürlükten mahrum olmak demekti. Şarkı dinlemenin bile suç olduğu günlerdi, ne çabuk unutuyoruz her şeyi!!

Diyorum ya, tarihe tanıklık ediyoruz; ben şahsım adına böyle düşünüyorum en azından ve içim daha da ürperiyor.

Sevgi, barış, özgürlük, kardeşlik özlemi ile yanıp tutuştukça daha da  içimi şişiren bu detayları bir romana döküp kurtulasım var..

peace




Devamını Oku