28 Ocak 2016 Perşembe

Başarmak güzel de, neyi ve nasıl?

Haydi gelin biraz beyin fırtınası yapalım. Soru basit:

İnsanlar hangi durumlarda başarılı olurlar, başarmak nedir, daha doğrusu başarı nasıl bir şeydir?

Başarı deyince genel olarak hedef konulan bir şeyi çeşitli mücadeleler sonunda kazanmak akla geliyor. “Başarmak” sözcüğünün karşılığında TDK “bir işi istenilen bir biçimde bitirmek” demiş. Ben buradan ne anlıyorum; salt başarı kavramının içinde demek ki etik değerler, duygusal süzgeçler, toplum beklentileri falan yok! Eğer istenilen biçimin nitelikleri arasında bu saydıklarım belirtilmediyse tabii ki! Hedefe odaklanıyorsun, mücadele ediyorsun, istediğini aldın mı olay bitiyor. Neden mi, basit örneklerle gidelim.

(görsel, wix.com'dan alıntıdır)
Örnek 1:
Adamdan istenen şey, etrafa kanların sıçraması. Adamımız başarı odaklı, hani derler ya, tuttuğunu koparan bir yiğit(!) Tam da kendinden istenildiği gibi silahı büyük bir soğukkanlılıkla doğrultmuş ve tam da olması gerektiği gibi kurbanının sağ kalp kapakçığına gelecek şekilde ateş alarak etrafa kanların sıçramasını sağlamış. İstenilen neydi, etrafa kanların sıçramasıydı! Bu durumda adam, görevini başarıyla yerine getirmiş oluyor. Buna itirazınız var mı? Yok. Demek ki adam başarılı. Peki bu çok uç noktada örnek oldu, iş hayatından gidelim diyenleri kırmıyorum. İşte size yeni örnek.

Örnek2:

Hedef, ne yapıp edip o müşteriyi elde etmek ve siparişi kapmak. Adamımız piyasanın en başarılı, iş bitirici tiplerinden olmakla ün yapmış. Bu iş O'nun için çocuk oyuncağı. Rakip firmanın genel müdürünü tehdit ediyor, müşteriye verdikleri gizli olması gereken ihale dosyasını “cebren ve hile ile”ele geçiriyor. Rakip firmanın aylarca çalışarak hazırladığı raporlar temelinde yeni ve daha cazip bir teklif hazırlayarak müşteriye sunuyor. Sonuç, tahmin edeceğiniz üzere bingo! Müşteriyi kolayca avucunun içine alıyor. Hedef müşteriyi elde etmek ve siparişi kapmaktı. Ne oldu, adam başardı! Adama “yılın en başarılı insanı” ödülünü verseler ne diyebilirsiniz?
Bu örnek de mi yeterli gelmedi size, pekala devam edelim, biraz özele girelim.

Örnek3:
Hedef, ne yapıp edip o kadını elde etmek. Adamımız kadına yaklaşıyor, kadın tersliyor.Adamımız araya birilerini sokuyor, sonuç yine olumsuz. Adamımız, kadına hediyeler gönderiyor olmuyor, çiçekler alıyor olmuyor. Baktı güzellikle olmuyor, adamımız bir akşam vakti iş çıkışında bekliyor kadının ofisinin önünde. Tuttuğu gibi kolundan, kapatıyor ağzını, atıyor arabaya kadını! Sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim... Adam sonuç olarak hedefine ulaşıyor, adam başardı!

Burada iki çeşit durum var bence. Birincisi, hedef alınan, başarmak istenilen şey ahlaki midir, doğru mudur, insanlık yararına mıdır? İkincisi ise hedef doğru bile olsa, izlenilen yöntem etik midir?

Birinci ve üçüncü örnekte başarmak istenilen şey yanlış. Adam “etrafa kanlar sıçrasın” hedefine odaklanıp başarmış, öbüründe de kendisini sevmeyen kadını zorla elde ederek başarmış.  Açıkçası dünyada böyle abuk ve sabuk hedefler görüyor ve ürküyorum. Haber dinleyemiyorum, köşe yazısı okuyamıyorum. Birileri başarı odaklı yaşıyor,
ve hedeflerine ulaşıyorlar da!

İkinci örnekte ise dönüp dolaşıp yine aynı kavrama geliyoruz. İtalyan politikacı Niccolò Machiavelli'nin meşhur tezine yani:

Amaca ulaşmak için her yol mubahtır” demiş zamanında. Şimdi siz bana kalkıp başarıyı, hangi süreçlerden geçilerek o noktaya gelindiğini sorgulamadan savunabilir misiniz? Makyavelistler, amacın kendisinin, kullanılan bütün araçları meşru kıldığını düşünüyorlar. Bu ne demektir, başarmak için gerekirse her şeyi ezip geçebilirsin! Bunun sonu yok ki, yani çıkan savaşları düşünün, ölen insanları, bozulan düzenleri, önemsenmeyen yasaları...

Bence dünyada kötü giden ne varsa, iddia ediyorum birilerinin bir şeyleri başarma isteklerinden ve hırslarından kaynaklanıyor!



Örnek çok, adamın birisi bir başka ırkı yok etmeyi hedefledi, binlerce insanı fırınlarda yakıp sabun yaptı; neredeyse başarıyordu! Sabah sabah devamını getirmeyeceğim bu hikayelerin.

Peki, başarmayalım mı yani, bunu mu demek istiyorum? Hayır, tabii ki hayır. Başarma azmiyle dolup taşan biriyim ben. Öğrencilik hayatım boyunca ve iş hayatımda hep başarılara imza atmaya çalıştım. Başarılı insanları takdir ettim. Ama bir seri katilin 20 sene boyunca saklanarak kendine göre özgür kalmayı başarmasını desteklemedim; tıpkı gereksiz savaşlarda kendilerini “başarılı-zafer kazanmış” ilan eden ülkeleri desteklemediğim gibi! Hedef her ne kadar masum olursa olsun, başarıya giden yolda eğer birileri feda edilmişse, birilerinin sırtına basılmışsa, birilerinin kuyusu kazılmışsa, benim gözümde yine değersizdir onca yapılan şey.

Demem o ki, “başarı odaklı” yaşayanlara pek de güvenmemek lazım. Buz dağının görünmeyen yerleridir asıl mesele... Bir dönüp bakmak lazım “bu insan bu şeyleri acaba nasıl başarıyor?" diye... Mesela politikacılar, devletleri yönetenler, dünyayı yönetmeye soyunanlar, güç denizinde yüzenler, büyük şirketlerin büyük adamları, küçük dünyalarında başarmak için en yakın arkadaşını satanlar...

Evet farkındayım, pek iç açıcı olmadı bu yazım. Bu da kendi çapında bir başarı değil midir?

Sevgiyle yazıyı bitirme zamanı geldi belki de, dozunda ve kararında...






Devamını Oku

26 Ocak 2016 Salı

Çocuğunuzu Mutlu Birey Olması Yolunda Yeterince Destekliyor musunuz?

Bugün sizlerle blogger arkadaşım Bünyamin Kapıcıoğlu'nun Evdeyazar için kaleme aldığı, çocukların zeka gelişimi açısından oldukça faydalı olacağını düşündüğüm bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Kendisine emeği için teşekkür ederken sizlere de küçük bir tüyo vermek istiyorum: Benden duymuş olmayın ama, yazının sonunda anneleri çok sevindirecek bir indirim kuponu var, keyifli okumalar...

Bazen oğlumu izlerken ağzım kocaman bir şömine gibi açık kalıyor ve mutlu kahkahalar atıyorum. Bu mükemmel bir duygu. Eminim siz de çocuğunuzun sizi şaşırtmasından çok büyük keyif alıyorsunuz. Doğru mu?
Zeka potansiyelini iyi kullanan çocukları izlemek keyiflidir. Oyuncaklarıyla adeta bilim-kurgu yapıyorlar, yaratıcı senaryolar çıkarıyorlar ve çok ilginç cevaplar vererek sizi kahkahalara boğuyorlar.
Çocuklarımızı mutlu etmek için onlara sağlıklı atıştırmalıklar veriyor, oyuncak alıyor veya oyunlarla sürekli ilgi gösteriyoruz. Bunları yapmaya devam edelim ama sürdürülebilir mutluluk için neler yapıyoruz?

Son zamanlarda bu soru kafamı çok meşgul ediyor. Oğlumla, yeğenlerimle eşsiz dakikalar geçirirken her zaman yanlarında olamayacağımı bilmek beni bazen endişelendiriyor çünkü devamlı mutlu olmalarını istiyorum.
  • Acaba zekasını iyi kullanıp toplumda kendini iyi ifade edebilecek mi?
  • Okulda sınıf arkadaşlarıyla aynı seviyede veya daha çalışkan bir çocuk olacak mı?
  • Yaşıtlarına göre pasif bir çocuk olursa ve sürekli bahçeye kaçan topu, kimin attığına bakmaksızın kendisi almaya giderse?
  • Ya da amcasının çocukluğundaki gibi dikkat eksikliği problemi yaşayıp sürekli arkadaşlarının alay ettiği bir çocuk olursa? (Bu durum bütün geleceğini ve karakterini olumsuz etkiler.)
Kardeşimden biliyorum, inanın bana ne kadar ilgilenirseniz ilgilenin, ne kadar çok severseniz sevin, bilinçli planlı yetiştirmedikten sonra hiçbir şeye müdahale edemiyorsunuz. Eğer kendine güvenen, görsel veya sayısal zekası keşfedilmiş, hafızası güçlü, problemlerle başa çıkma/problem çözme yeteneği olan, zeka potansiyelini iyi kullanan bir çocuk yetiştirebilirseniz gözünüz arkada kalmaz. Tam olarak yapmamız gereken de bu işte!

Zekasını Etkin Kullanabilen Bir Çocuk Yetiştirmek İçin Neler Yapabiliriz?
  1. Çocuğun neden-sonuç ilişkisi kurmasında kendisine yardımcı olunmalı.
  • Bunu yaparsan şöyle sonuçlanır çünkü...
  • Bu davranışı yapmamalısın çünkü…
  • Ayakkabılarını doğru giymelisin, bağcıklarını bu şekilde bağlamalısın çünkü…
  1. Hafıza gelişimini desteklemeli ve bazı konularda sürekli hatırlatıcı olunmalı.
  2. Çeşitli etkinlikler ile el becerileri veya analitik düşünme yetenekleri geliştirilmeli.
  3. Çocuğunuza güvendiğinizi ve onu sevdiğinizi hissettirmelisiniz.
  4. Eğitici ve öğretici, aynı zamanda eğlenceli nesne veya uygulamalar ile desteklemelisiniz.
  5. Ve benzeri konularda güvenilir kaynaklardan araştırmalar yaparak, zekasını iyi kullanabilen çocuklar yetiştirmek adına üzerimize düşenleri eksiksiz yerine getirmeliyiz.
Bunların çoğunu yaptığınızı veya yapmaya çalıştığınızı tahmin ediyorum. Herkes çocuğunun sağlıklı gelişimini önemsiyor olmalı. İletişim, sevgi, saygı konusunda ahkâm kesmek, akıl vermek haddime değil ama eğitici ve öğretici uygulamalar hakkında muhakkak paylaşmam gereken bir egzersiz var.
Geçenlerde MentalUp Beyin Egzersizleri Programı’nı buldum. Lisanslı yapbozlara, kare-küp oyuncaklara, çocuk gelişim kitaplarına yeterince yatırım yaptığım ve artık farklı bir şeyler aradığım şu dönemde böylesine benzersiz bir uygulama ile karşılaştığım çok iyi oldu.

Türk doktorlar ve akademisyenler tarafından geliştirilen MentalUp programında, çocukların zeka potansiyelini keşfedip destekleyen birçok egzersiz mevcut. Hafıza gelişimi, dikkat gelişimi, analitik beceri, görsel zeka, sayısal zeka ve problem çözme yeteneği konusunda kişiye özgü egzersizleri otomatik olarak belirleyen bir uygulama bu. Yani çocuğunuzun potansiyelini belirleyip, keyif alarak devam edebileceği ve kendini geliştirebileceği şekilde oyunlar sunuyor. Program zaten Tubitak destekli ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nin de katkılarıyla yapılmış, güvenilir bir araç. Okul öncesi çağından neredeyse ergenlik çağına kadar uygulamayı kullanmak mümkün.

Bu egzersizleri –üstün zekalı çocuklarla birlikte tüm çocukların uygulaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü uygulama, mevcut potansiyeli geliştirmeye yönelik –ki Türkiye’de bazı kolejler ve binlerce çocuk zaten kullanıyor- Projenin yapımcısı ile görüştüm, belirli sayıda indirim kodu aldım. EvdeYazar ‘ı uzun zamandır takip eden bir blog yazarı olarak bu bloğun kesinlikle bilinçli ve yaşça olgun okur kitlesine sahip olduğunu biliyorum. Bu yüzden ilk olarak indirim kodlarını burada paylaşmak istedim. Sağolsun EvdeYazar bu projeye destek verenlerden biri oldu ve birlikte kolları sıvadık.

MentalUp Beyin Egzersizleri Programı’na  www.mentalup.net üzerinden erişebilirsiniz. Üye olup deneme versiyonunu ücretsiz kullanabilirsiniz. Zaten denedikten sonra siz de benim gibi hemen bir üyelik almak isteyeceksinizdir.

Bu arada, çocuklarla yaşadığınız ilginç, komik veya ders verici anılarınız varsa muhakkak yorum olarak paylaşmanızı rica ediyorum. Yorumlar da en az bu makale kadar keyif verici oluyor.

Devamını Oku

25 Ocak 2016 Pazartesi

Gülümsemeye dair şaşırtıcı gerçekler: Hangi gülümseme ne anlama geliyor?

Vücut dili kullanımının en belirgin özelliklerinden olan gülümsemenin farklı çeşitleri, altında farklı anlamlar barındırıyor. Tıpkı hissederek gülümsemenin ve mutlu olmadığımız halde gülümsemenin karşımızdaki kişiler tarafından hissedilebiliyor olması gibi, nasıl güldüğümüzün de karşımızdaki kişiler tarafından algılanış biçimi farklılıklar gösterebiliyor.
Dudakları kapatarak gülümsemek
Dudaklar kapalı şekilde gülümsemek, gülümsemenin en yaygın olarak kullanılan çeşitlerinden biri. Kolay yapılabiliyor olması, gülümsemek istemediğimiz ancak gülümsememiz gereken durumlarda karşı tarafa kibar ve nazik bir tepki vermeyi daha kolay hale getiriyor. Dudaklar kapalı olarak gülümsemek, çoğunlukla samimi algılanmayan bir gülümseme biçimi. Gerçekten hissederek gülümseyen kişilerden dişlerini göstererek gülümsemelerini bekliyoruz. Her ne kadar orta dereceli bir samimiyet belirtisi olarak algılansa da, karşımızdaki kişinin gülümserken dişlerinin beyazlığına güvenmiyor oluşunun ya da dişlerindeki problemleri gizlemek isteyişinin de dudaklarını sıkı şekilde kapatarak gülümsemeyi tercih etmesinin sebebi olduğunu da aklımızın bir köşesinde bulundurmakta fayda var.
Kendini beğenmiş gülümseme
Kendini beğenmiş ve odağın kendisinde olmasını isteyen insanların çoklukla kullandığı bu gülümseme çeşidinde, dudaklar genelde kapalı ve gülümseme sağa ya da sola çekilmiş olarak bulunuyor. Zaman zaman dudakların aralık olduğu ya da üst dudağın biraz daha kalkık tutulduğu durumlarda da gözlenebiliyor. Dudaklarla birlikte kaşlarda da bir tarafı kaldırmak gülümsemeyi tamamlayıcı olarak kullanılabiliyor.
Kendini beğenmiş şekilde gülümseyen insanların bir çoğu bulunduğu ortamda lider konumunda olmak isteyen ve odak noktası olmak isteyen kişiler. Kalabalık bir ortamda iletişim kurduğunuz kişilere bir süreliğine bu şekilde gülümsemeye devam ettiğinizde sizinle konuşurken çok daha dikkatli ve gergin olduklarını hissedebilirsiniz.
Yarım gülümseme
Kendini beğenmiş gülümsemeye oldukça benzeyen bu gülümseme türü, asimetrik bir görüntü yarattığı ve tam olarak ne yaptığınızın anlaşılmaması nedeniyle en karmaşık ve en farklı tepkiler alabileceğiniz gülümseme çeşidi. Kendine güven, utanma, ilgi, kızgınlık, dominantlık gibi birbirinden çok farklı duyguları yansıtabiliyor.
Ağız açık gülümseme
Ağız açık olarak gülümseme, dişlerin tamamının gösterildiği gülümseme çeşidinden farklı olarak, kahkaha atarken çekilmiş bir fotoğraf görüntüsünü andırır. Bu gülümseme de, şaşırtıcı şekilde çoğunlukla yapay ve samimiyetsiz bir imaj yansıtır. Her ne kadar yapay olsa da, bu şekilde gülümseyen kişiler çoğunlukla umursamaz, ben merkezci ve eğlenceli kişiler olarak tanımlanır. Özellikle fotoğraflarda fotojenik görünmenin en kolay yollarından biri, tüm dişleri göstermek ve ağzınızı olabildiğince açmak. Tabii ki öğle yemeğinde dişinizde maydanoz kalmadığından ve dişlerinizin yeterince beyaz olduğundan emin olduktan sonra:)
Bu içerik http://www.uplifers.com/ tarafından hazırlanmıştır.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

24 Ocak 2016 Pazar

Evdeyazar 3 yaşını bitirdi, tebrikleri alalım...

Tam 3 yıl önce bugündü. Bloga ürkek ürkek ilk yazımı yazmış, hayallerim var demiştim. Belki birgün çok okuyucum olursa, tartışırız hayallerin gerçekleştiğini diye de eklemiştim. Dile kolay 3 yıl boyunca yazmaya devam ettim; geldiniz, okudunuz, yorumlar yazdınız. Ne güzel oldu. Nereden nereye... Blogosferin eskileri arasına girecek Evdeyazar neredeyse..
Bakın ilk yazım burada...

Sayılardan bahsetmeyeceğim hiç; kaç yazı yazmışım, kaç yorum almışım, kaç kişi takip etmiş, ne olmuş ne bitmiş... Sayıları severim evet, zaman zaman kullanırım da, ama bu sefer onların pek hükmü yok. Çünkü Evdeyazar'la ben, benle Evdeyazar ayrılmaz bir bütünüz artık. O benim bir yarım, ruhum; zaman zaman içimi döktüğüm, zaman zaman okuduklarımı, gördüklerimi paylaştığım, zaman zaman da tanıtım yazıları ve reklamlarla bana maddi katkıda bulunan çok özel bir alan. Emek veriyorum, sabah kalktığımda ilk iş olarak açıp bakıyorum nasıl yorumlar gelmiş diye. Bir yazıyı tamamlamak için bazen günlerce uğraştığım oluyor. İyi ki var! Ama siz olmasanız, yani okuyan, yorum yapan, destek olan siz “takipçiler” de demeyeyim, “blog dostlarım” olmasa, Evdeyazar ne yapabilir tek başına? Yazar yazar kendisi okur, öyle de olmaz ki! Eğer burası canlı kalıyorsa, sevilen ve sıcak bir ortamsa, yazılar kadar siz sevgili blog ziyaretçilerinin de katkısı yadsınamaz.



Üç yıl içinde neler kazandırdı Evdeyazar bana? Herşeyden önce yazma konusunda cesaretimi artırdı, güzel insanlarla tanıştırdı beni, her gelen olumlu yorumla daha da iyi hissettirdi. Arada olumsuz, kavgacı, ısrarcı yorumlar da geldi evet az da olsa, üzüldük Evdeyazar'la ikimiz böyle durumlarda. Evdeyazar'ı kendimden ayrı tutup üçüncü tekil şahıs olarak bahsediyorum kendisinden farkındaysanız. Çünkü öyle hissediyorum; her ne kadar yazarı bensem de, O benden bağımsız kendi kendine ayakta duruyor artık. O'nu sevenler var, takip edenler var, O'na değer verenler, O'na iş teklif edenler var. O çalışıyor, üretiyor, var oluyor, Google beni değil O'nu seviyor. Siz sevgili blog dostlarım beni değil O'nu seviyorsunuz.


Teşekkür ederim Evdeyazar, iyi ki varsın; nice nice yıllar boyu birlikte olalım, roman yazalım... Ve siz buraya gelen, okuyan, yorumlar yazan sevgili blog dostlarım, sizler de iyi ki varsınız. Size de çok teşekkür ediyorum, sevgilerimle...


Devamını Oku

22 Ocak 2016 Cuma

İzmir mi İstanbul mu?

Geçen hafta İzmir'e gittim, oldukça maceralı gidişimin detaylarını son yazımı okuyanlar biliyor. İzmir benim için hep özeldir, hep Türkiye'nin Avrupası derim İzmir için ama, bu sefer cidden iliklerime kadar hissettim bu durumu. Neden derseniz, İstanbul gittikçe Avrupa kenti olmaktan uzaklaştığı için olabilir mi acaba? Vaktiniz varsa madde madde anlatayım düşündüklerimi

1- İstanbul'un kalabalığı gülümseme sınırını aştı! Darısı elbette İzmir'e değil!
Eskiden olsa, İstanbul çok kalabalık diyenlere gülüp geçerdim. “İnsan alışıyor kalabalığa, sakinlik ne kadar banal!” şeklinde mesnetsiz savunmalarım bile olurdu. Yok bu sefer öyle demeyeceğim. *Bir gazete Tüik araştırmasını yayınlamış. Buna göre İstanbul, Türkiye'nin toplam nüfusunun %18,5'unu barındırıyormuş. Yapılan çalışma sonucu çıkan rakamlar cidden ürkütücü. Her gün yaklaşık 801 kişi İstanbul nüfusuna ekleniyormuş! İyi de her gün 801 kişilik ilave oksijen mi veriliyor bu şehre, her gün 801 kişilik ilave iş olanağı mı açılıyor, her gün 801 kişilik ilave yeşil alan mı ekleniyor? Her gün 801 kişiye yeter mi bilmem ama bu şehirde en çok yapılan şey beton beton evler! Her yer inşaat sahası mübarek. Üçüncü köprüyle övünüyorlar ya, pardon o köprü kaç tane 801 kişiye yarayacak?

**İstanbul'un nüfusu 2015'de yaklaşık 14.561.865 kişiymiş, İzmir'inse 4.154.203. “İyi de yüzölçümüne de bak!” diyeceksiniz biliyorum ben sizi. Ona da bakarız efendim, mühendis kafası var ne de olsa, merak etmeyin analiz yapmak bizim işimiz... (Off bu kötü söylemin esprisi bile nasıl da itici, şöyle mi demeliydim yoksa “Analiz yapmayı sizden öğrenecek değiliz!” Tabii ki öyle bir şey demem, diyemem, çok ayıp!) Konuya dönelim, dersimiz coğrafyaydı. Denizi doldurup yüzölçümünü büyütmüşler ve sonuç İstanbul için 5461 km², İzmir içinse 12.007 km².
Doğrusunu isterseniz yazıdan koptum, saatlerdir Google'da yüzölçümler arasında geziyorum. Yüzölçüm büyüklüğü açısından  81 il içinde İzmir 22. sırada, İstanbul ise 64. sırada yer alıyormuş!

İzmir'i sevmemek ne mümkün!
Küçücük bir kutuya sıkıştırılan, üst üste atılmış karıncalar gibiymişiz İstanbul'da, sayılar öyle gösteriyor. Yani kaba hesapla nüfusu yüzeye bölersek, 14.561.865/5461 = 2666 ve 4.154.203/12007= 345. Sonuç sürpriz değil, metrekareye İstanbul'da 2.66 kişi düşerken; İzmir'de ise 0.3 kişi düşüyor. Ben sayıları sevdiğim için böyle basit bir hesap yaptım. Ama buna da gerek yok, yaşananlar ortada! 
Kalabalıktan uçağı neredeyse kaçırıyor olduğumu yazmıştım biliyorsunuz.. İzmir'e indim, havaalanı bomboş, etrafta koşturan insan yok, birbirine çarpanlar yok. Hal böyle olunca hizmet kalitesi de yükseliyor doğal olarak. İstanbul'da bir görevliye soru sormaya kalksanız, aristokrat bir aileden gelmiyorsa, -ki genelde gelmiyor!-  asık suratla geçiştirir, çoğunlukla sizi duymazdan gelir; bezmiştir zaten. Metrekareye 3 kişi düşüyor kolay mı, hangi birine cevap versin! Hiç bu açıdan düşünmemiştim kalabalığın etkisini, yazarken aklıma geliyor. Avrupa'da nüfus az deniyor ya hep (bu konuyu araştıramadım kusuruma bakmayın), kimbilir hizmet kalitesi ne kadar artıyordur! Bize ne onlardan, yaşlı onların nüfusu! Yurdumda her aile üç çocuk, üç de yetmez beş çocuk yapmaya devam etsin, yaşayıp gidiyoruz işte kardeş kardeş demek isterdim ama, ne yaşamak kaldı, ne de kardeşlik!

Aslında mesele sadece kalabalık da değil! Direkt iyi planlama, iyi yönetim ve yaşayanların kent kültürünü özümseme meselesi. Şehir planlaması iyi yapılsa, inşaatlar yapılırken yeşil alanların kişi başına oranı korunsa, her semtte kocaman parklar olsa, demir ağlarla örülmüş olsa kentin herbir yeri (dünyanın ikinci metrosu İstanbul'daymış diye övünüyoruz, keşke 141 yıl önce Karaköy ile Beyoğlu arasında Fransız bir mühendisin yaptığı dünyanın ikinci metrosunu bugüne dek geliştirebilseymişiz!) Olmamış işte ne diyelim! O kadar yönetim gelmiş gitmiş, kimsenin aklına şu şehre metro yapalım demek gelmemiş. Nüfusun bu kadar artacağını mı düşünemediler, “ne gerek var canım!” mı dediler, “hele sonra yaparız, acelesi ne?” mi dediler biz bilemeyiz tabii ki. Ama şu var ki modern bir kentte yaşamak benim, sizin, herkesin en doğal hakkı ve bunun için modern beyinler gerekiyor.
İzmir'de metroya hem sabah, hem de iş çıkış saatinde bindim, insanlar üst üste değillerdi, çoğunluk oturabiliyordu. İnsanlar üstüme üstüme gelmeyince derinden ve huzurla “oh be!” diyebildim.
2- İzmir'in insanı hâlâ nazik! İstanbul'da hoyratlık moda!
Taksiye bindim, “buyurun hanımefendi” dediler, “kısa mesafe olabilir gideceğim yer, şehrin yerlisi değilim” dediğimde “sorun değil” diyerek 5 liralık mesafeye güleryüzle bıraktılar. İstanbul'da olsa nasıl da söylenir taksiciler! Sokakta hiç tanımadığım bir kadınla göz göze geldiğimde gülümsedik birbirimize modern insanlar olarak. Metroda olması gerektiği gibi yaşlılara ve engellilere yer veriliyordu. İstanbul'da değil yer vermek, çoğunluk uyuma numarası yapar, yürürken omuz atar, yüksek sesle konuşup başkalarını rahatsız eder. Metroda telefonla konuşan en az 4 kişi gördüm, hepsi de kısık sesle konuşuyordu. Ben alışkın değilim buna, İstanbul'da yüksek ses kanıksanmış çünkü.  Hem metroda, hem de dolmuşta kitap okuyanlar çoğunluktaydı, ne kadar önemli bir ayrıntı! İnanır mısınız Bornova-Karşıyaka dolmuşuna bindim iki kez, ikisinde de şoför kısık sesle dinliyordu müziğini, arabesk değildi zaten, bildiğiniz türküydü, hem de güzel olanlardan. Bir de bizim Pendik-Kadıköy dolmuşlarını düşünün, içiniz dışınıza çıkar, arabeskten boğulacak gibi olursunuz! İzmir'de korna sesi duymadım desem yeridir, çünkü telaş yok, hayat yavaş akıyor. Dolayısıyla yeşil yanar yanmaz öndekini taciz etmek için kornaya basmıyor insanlar. İşte buna nezaket deniyor, İstanbul'un bazı semtlerinde geçerli olan, gerisinde ise nazik olmanın neredeyse suç işlemekle eşdeğer sayılayacağı bir yüce kavram!
İşte modern metro!
3- İzmir'in sokakları geniş, ferah; her evin önünde ağaç var!
Tabii ben Bostanlı - Girne Caddesi - Aksoy'daydım hep. Çünkü seviyorum oraları. Caddeler geniş, kaldırımlar alçak; karşıdan karşıya geçmek için iğrenç üst geçitlerden geçmek zorunda değilsiniz. Adım başı turunç, limon ve adını bilmediğim ağaçlar var. İstanbul'da öyle mi? Anadolu yakasında, Kadıköyümde bir nebze olsa ağaç var yine de, ya karşısı? Yüksek binaların plansızca dikildiği bir çöle döndürdüler canım İstanbul'u! İnşaat en kolay rant şekli çünkü, dik binayı kap parayı, bul karayı sat dünyayı! O eskinin nakış nakış işlenen yalılarını, ahşap binalarını, taş evlerini acımasızca yıkıp pis ve çirkin ucubik yapılarla doldurmuşlar ve doldurmaya devam ediyorlar. Avrupalılar salak çünkü, bu kadar rant varken hâlâ Ortaçağ'dan kalan yapıları koruyorlar! Alemin en akıllıları bizleriz, çevre bakanımız beton dökme makinesinin sesine aşık olduğunu söylüyordu unuttunuz mu... Neyse sinirlenmeyeyim devam edeyim.

4- Karşıyakalı estetiğe önem veriyor!
Çöp kutularını suni çim malzemesi ile kaplamışlar, ne kadar temiz ve ne kadar hoş göründü gözüme. İki gün boyunca sürekli dolaştım; ne yerlerde sigara izmariti gördüm, ne ağzına kadar dolmuş ve yanlara taşmış çöp kutuları gördüm, ne de kıyıda köşede atık gördüm. Herşey olması gereken gibiydi, gerçekten kendimi bambaşka bir ülkede gibi hissettim. Zaten Kadıköyümden çıkamayışım da bundandır. Kadıköy biraz İzmir'dir çünkü gözümde.

İşte çöp kutusu, işte estetik!

5- Adım başı lokanta, restoran yok!
Bence bu güzel bir şey, insan dışarıya çıkınca sadece yemek yemez. Parka gider, sahile iner, çay içer, yürüyüş yapar. İstanbul'da öyle mi ya, her yer yemekçi, her yer pis pis kokuyor!

Tabii ki boyoz yemeden dönmedim:)
6-Kültür-sanat meselesi
İşte İzmir'in sınıfta kaldığı tek nokta bu. Bizim Kadıköyde hele son dönemlerde neredeyse adım başı bir tiyatro sahnesi var, Kadıköy Belediyemiz çoğu bedava olan şahane etkinlikler düzenliyor, yetişemediklerim olsa da, en azından kültür sanata doyacağımı biliyorum İstanbul'da. İzmir'de sanmıyorum böyle olsun. Yanlış biliyorsam lütfen İzmirli dostlar yorumlarını belirtsin...

7-Hayat İstanbul'dan daha ucuz İzmir'de!
1000 lira kira vererek oturacağınız 3+1 ev için İstanbul'da merkezden ve denizden uzaklaşmanız gerekir, ama İzmir'de öyle mi? 1000 lira kira vererek Karşıyaka'da, güzel bir evde oturabilirsiniz. Başka şeylerin fiyatı nedir bilmiyorum, ama ev kirası iyi bir kriter bence karşılaştırma yapmak için...

Uzun bir yazı oldu farkındayım ama, dediğim gibi bu sefer İzmir'i başka türlü sevdim ben. Keşke yurdumun her ili İzmir gibi olsa, olabilse! Ama gönlünde yatan aslan nedir diye sorsanız, kalbim Ege'de kalsa da galiba ille de Kadıköy derim... En azından şimdi böyle, ilerisini kim bilebilir...
Sevgiyle ve sağlıcakla kalın, gidiyorum bugünlük...


KAYNAKLAR:
*http://www.gazetevatan.com/istanbul-un-nufusu-ayda-24-bin-kisi-artiyor-815424-yasam/
**http://www.nufusu.com/il/istanbul-nufusu
***http://www.gazetevatan.com/istanbul-un-yuzolcumu-buyudu-711476-yasam/
****https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0zmir
*****http://www.mynak.com/forum/illerin-yuzolcumleri-illerin-buyuklukleri-ne-kadar


Devamını Oku

19 Ocak 2016 Salı

İstanbul'dan İzmir'e uçma maceram!

Sabah 7:45'de uçak kalkacaktı. Alarmı beşe kurdum, buna hiç gerek yoktu aslında. Zira beynim alarm gibidir; ben kurarım 06.00'ya, uyanırım 05.58'de! Bilinçaltım değişik mi işliyor, yoksa çok mu abartıyorum sorumluluklarımı bilemiyorum. Bir randevuya geç kaldığım pek görülmemiştir. Tahmin edeceğiniz üzere bugüne kadar hiç bir uçağı ve otobüsü de kaçırmışlığım yoktur. Ama o sabah neredeyse kaçırıyordum. Neden mi, çünkü İstanbul'da yaşıyorum!

Sabah beşte kalktım, hemen hazırlanıp on beş dakikada Havataş durağına gittim. 05.45 servisine bindim. Trafik yok, etraf bomboş, hafif yağmur yağıyor ama yol şahane! 06.30'da havaalanındaydım. Ne diyor yetkililer, “iç hatlar için bir saat önce havaalanında olun! ” Tam zamanında oradaydım işte. Herşey normal seyrinde ilerliyordu. Maceram tam da bu noktada başladı; zira içeriye adımımı atar atmaz öylece kalakaldım. Abartmıyorum, o saatte mahşeri bir kalabalıkla karşılaştım.  İnsanlar stresliydi, uzun bir kuyruk oluşmuştu giriş kontrolünde. Ne olduğunu anlamadım önce, nasılsa vaktim çoktu. Sakin sakin kapıdan girdim, check in yaptırmak için Pegasus sırasına girmeye kalktığımda ise iyice afalladım. Kuyruk almış başını gidiyordu! Karşılıklı iki kontuarı var Pegasus'un, sıraya sığmayan bizleri karşı kontuara aldılar. Fazla telaşlı da değildim aslında, nasılsa vaktim vardı ya! Karşı kontuara gittiğimde gördüm ki, orada da durum farklı değil! Bir görevli “bagajı olmayanlar check in işlemlerini sarı makinelerden yapsın!” diye anons edince, yük taşımaktan hoşlanmayışıma bir kez daha memnun olarak sarı makinelere yöneldim. Sırt çantam vardı sadece, bir de büyükçe omuz çantam. Sırt çantam da olmasa iyiydi gerçi ama, İzmir'de bir gece kalacağım için ona mecburdum. Şemsiye, pijama, yedek gömlek, çorap ve çamaşır... İnsan sırt çantasında başka ne taşır ki! Bazıları bütün hayatını taşıyor gerçi, ben onlardan değilim; sırtımda yükler olsun istemiyorum!



Sarı makinelere uçuş bilgimi girmek için telefonumda Pegasus'dan gelen e-postayı buldum. Çok güzel bir program hazırlamışlar, adını soyadını rezervasyon kodunu yazıyorsun, hoop uçuş kartın çıkıyor saniyeler içinde. Teknolojinin nimetlerine teşekkür ederek, nasılsa vaktim var diye yavaş adımlarla kapılardan önceki ikinci kontrol noktasına doğru yürümeye başladım. İçimden de “bir dahaki sefere mutlaka online check in yaptırmalıyım” diye geçiriyordum. Teknoloji bize kolaylıklar sundukça iyice tembelleşiyoruz. İki dakikalık “check in” işlemini evde yapsaydım ne iyi olurdu oysa, çay içmeye vaktim kalırdı diye düşündüm. Ne kadar iyi niyetliymişim, çay içeceğimi hayal ediyormuşum!
Niye böyle anlatıyorum ki? “Check in” değil “giriş işlemleri” demeli aslında. Hiç yakışıyor mu bana böyle İngilizce sözcüklerle konuşmak! Global dünyanın sonuçları hep bunlar! Beynimizi ele geçiriyorlar günbegün! 

Etrafıma bakınarak yürürken, beyaz giysili insanların çokluğunu gördüm. "Demek ki havaalanı yoğunluğu umre nedeniyleymiş" dedim. Neyse canım, ne olacaktı ki, nasılsa uçuş kartımı da almıştım!

 Defalarca geçtiği köşeyi dönünce, nasıl bir şeyle karşılaşacağından emin olamayan insanların yaşadığı yerdir İstanbul!

Bunu nasıl unutabilirim? Kapılardan önce ikinci kontrol noktası vardır ya hani Sabiha Gökçen'de; tek kişilik labirent gibi döne döne geçilen yoldan sonra arama yapılır ve uçağın kalktığı kapılara gidersiniz. Ben şimdiye kadar hiç o noktada kuyruk olduğunu görmemiştim. O dönen yere gelmek için tam 3 sıra kuyruk vardı o sabah! Ama nasıl üç sıra! Yüzlerce insan bekliyordu tespih boncukları gibi! Saat 6.45'di ve uçağa 7.15'de binmem gerekiyordu. Yarım saatte kontrol noktasına gelmem gerçekten imkansızdı! Çünkü sıra ilerlemiyor, dakikalar içinde kuyruk uzadıkça uzuyordu. İnsan çaresiz durumlarda kural tanımazmış, temel içgüdüleri devreye girermiş. Bunu yaşayarak doğrulamış oldum. Gözüm döndü resmen, yanyana üç sıra halinde uzanan kuyruğun aralarında bir yerde aniden 5 erkeğin olduğu bir noktada durdum ve dedim ki onlara:

Hayatımda hiç böyle bir şey yapmadım, üniversitedeyken yemek kuyruğunda kaynak bile yapmadım, çok utanıyorum ama araya girebilir miyim?”

İçlerinden biri “bizim için fark etmez, arkadakilere sormak lazım” dedi. Arkada yüzlerce insan! Hangi birine sorayım! Baktılar halim kötü, bir diğeri “tamam tamam hadi girin!” dedi. Böylece medeniyetsiz, bencil bir insana yakışan deneyime adımımı atmış oldum. Başkalarının hakkını alarak uçağa yetişmeye çalışan ben, bu yaşanan rezilliğin tam da içindeydim işte...

Öğrenci deyimiyle bana "kaynak yapanlar", anladığım kadarıyla beş arkadaşlardı ve bir başka şehre toplantıya gidiyorlardı, eğlenceli tiplerdi, kendi aralarında şakalaşıyorlardı.  Bir taraftan şakalarına kendi kendime gülümserken, diğer taraftan  strese girmeye başladım. Saat 7 oldu, onbeş dakika sonra uçağa binmem gerekiyordu ve o döne döne geçilen labirentimsi yere gelmiştim nihayet ama, kontrol noktasına ulaşabilmem için önümdeki onlarca insanın işinin bitmesi gerekiyordu. Yan tarafta bir  adam, ilk uçağını kaçırmış, ikincisini de kaçıracağını söylüyordu ve bana “sizin uçağınız kesin kaçar!” dedi. 

“Evrene negatif enerjiler göndermeyin, kaçmayacak benim uçağım!” dedim O'na. Meğer uçaklar tam zamanında kalkıyormuş, kimseyi beklemiyorlarmış.

Ben dahil hiçbirimiz o sıkışıklığı protesto etmedik. Bizi büyülemişler, bizi inandırmışlar, İstanbul'da yaşamanın böyle bir şey olduğunu bilinçaltımıza işlemişlerdi. Beğenmezsek kapı oradaydı! İstanbul demek trafik demekti, İstanbul demek sorunlar demekti, İstanbul'da yaşamak demek, hoyratça davranışlara alışmak demekti. Kelle koltukta var olmaya çalışan, kendi derdine düşmüş, bir yerlere yetişmeye çalışan telaşlı insanlar bütünüydük.

Derken bir mucize oldu, hiç tanımadığım bir adam o daracık labirent yolda kollarını iki yana açarak bana yol verdi ve seslendi diğerlerine :

Yol verin, uçağı kaçmak üzere olanlara yol verin!”

İnanamadım, gerçekten inanamadım, işte İstanbul'un sürprizlerinden biriyle karşı karşıyaydım, İlle de hep kötü şeyler olacak değildi ya! Bu sayede, bu adını bilmediğim iyilik meleği sayesinde, 7.05 gibi kapılardan önceki kontrol noktasına gelebildim. 


Yerlerde galoşlar... Sıranın neden ilerlemediği ayan beyan ortadaydı. Çünkü ayakkabı kontrolü vardı. Kış günü herkesin ayağında bağcıklı botlar, uzun çizmeler, haliyle sıra ilerlemiyordu! Peki niye böyleydi? Çünkü bir gün önce, yani 12 Ocak 2016 günü Sultanahmet'te bir canlı bomba patlamıştı! 

Bu şehirde insanlar gülsün istemiyorlardı! İnsanlar korku içinde yaşasın, kimse kimseye güvenmesin istiyorlardı! İnsanlar sokağa çıkmasın, seyahat etmesin, şehre turist gelmesin, medeniyet  uzak bir ütopya olsun! Burası bir Avrupa şehri değil, ortadoğunun karanlık dehlizlerinden olsun istiyorlardı!

 Bu olayın üzerine bir de lodos gelmiş, dünkü iptal olan yüzlerce sefer bugüne sarkmıştı! Amma gün bulmuştum ben de seyahat etmek için! Ama olsun pes etmeyecek, moralimi bozmayacak, evrene negatif enerjiler göndermeyecektim. Öyle de yaptım, artık o saatte 
“Amaca ulaşmak için her araç yasal ve ahlakidir!” diyen Makyavelizm'in yılmaz bir neferiydim! Merak etmeyin; ruhumu şeytana satmadım, sadece kısa süreliğine anlaşma yaptık...  Çünkü İstanbul'da yaşayınca bazen böyle anlaşmalar yapmak gerekiyor, çünkü kuralsızların şehri burası. Çünkü kibar olmaya kalktığınızda üstünüzden birileri sizi ezip geçiyor. Tabii hep böyle değil, her yerinde böyle değil. Mesela Kadıköyümde böyle değil, ama İstanbul'un genelinde böyle! Burası, gittikçe medeniyetten uzaklaşan garip bir yer, ama umudum var. Düzelecek elbette, birbirlerine şapka çıkararak selam veren 40'lı yılların insanları elbette bir şekilde geri gelecek!

Ayakkabımı çıkartmamak için uygun bir bahane bularak kontrol noktasından geçtiğimde, uçağa binmeme sadece 5 dakika vardı. Allahtan yakın bir kapıya gitmem gerekiyordu. Kan ter içinde kapıya gittim, tam 7.15'di saat. Yani biniş saatim gelmişti. Bindim, yerim ortadaydı, olsun dedim, yetiştim ya! Bir fotoğraf çektim bulutların arasından!



İndiğimde, kontrol sırasında bana "kaynak" yapan, teşekkürü borç bildiğim 5 arkadaşın üçünü önümde konuşurken gördüm. Demek onlarla aynı uçaktaymışız. Kulak misafiri oldum:

Abicim o son kontroldeki labirent sırada soldan dönmeyeceklerdi, bak kaçırdılar işte!”

Kendi kendime gülümsedim, sola dönünce kaçan uçak, sağa dönünce yakalanabiliyordu, demek kader böyle bir şeydi.  Maceralı bir yolculuktan sonra İzmir'e kavuşmuştum sonunda. Bu gelişimde İzmir ile İstanbul arasındaki medeniyet farkını o kadar iliklerime kadar hissettim ki! Bu yazıya sığmayacak kadar çok gözlemim oldu İzmir hakkında. Kendimi başka bir ülkedeymiş gibi hissettirdi bana İzmir. Ve dedim ki :

İstanbul'da bize layık görülen bu hoyrat muameleyi gerçekten de hak etmiyoruz! İstanbul gibi güzel bir şehir nasıl da acınası hallerde!”

Bir sonraki yazımda İzmir'de yaşadıklarımı anlatacağım. Sevgi dolu ve medeni bir dünya dileğiyle bugünlük benden bu kadar.

Kar yağsın lacivert düşlerimize...






Devamını Oku

11 Ocak 2016 Pazartesi

Tuhaf kadınlar, biyolojik silaha benzer!

Tuhaf kadınların tipik özelliklerini teorik olarak biliyordum zaten, sadece teorik olarak bilmenin mutluluk olduğunu bir kez daha anladım sayelerinde. Zira yakından tanıyınca, mecburen de olsa aynı ortamda bulununca, kadın olarak dünyaya gelip bir süre sonra biyolojik silah formuna geçtiklerini, panzehiri olmayan zararlılar olduklarını maalesef anlamış oldum yine. 

Kıskanç kadın biyolojik silah gibidir!
Yanlış anlaşılma olmasın; sevgilisini, eşini kıskanan kadından bahsetmiyorum. Zira kıskançlığın en masum halidir bence aşk yüzünden olanlar. Kadınların birbirlerine olan kıskançlıklarından bahsediyorum; yani en zararlı, en yıkıcı olandan!

Bu tip kadınlar öncelikle kendinden güzel olanı asla çekemez. Bunun için bütünlüklü bir güzellik de gerekmez. Söz konusu kişi örneğin 34 bedendir, uluslararası normlarda kabul gören çok düzgün bir fiziği vardır, ama ne bileyim mesela burnunu çirkin bulur. Bilin ki, burnu güzel olan bütün kadınlar onun düşmanıdır! Ya da bir başka kadının saçlarını beğenmeyegörsün, hemen silahlarını doğrultur ve hasmının moralini bozmak için vurucu cümleyi patlatır; özellikle kalabalık bir ortamda:

Saçının dipboyası gelmiş şekerim, böyle iğrenç görünüyorsun!”

(görsel, buzzfeed.com sitesinden alıntıdır.)
Evet böyle şeyler söyleyebilen, hem de rahatlıkla söyleyebilen densiz kadınlardan o kadar çok var ki! Belki de bu kadınların amip gibi hızla çoğalmalarından bıktığım için seviyorum 30'lu, 60'lı yılları ve oradaki naif ve zarif kadınları anlatan filmleri ve hikayeleri.

Dedim ya kıskanç kadın biyolojik silah gibidir diye, cidden abartmıyorum. Kendileri patlarken çevrelerini de yıkıp geçerler çünkü. Bir daha asla düzelmeyecek olan izler bırakırlar geride. Birisi kendinden azıcık zayıfsa kıskanırlar, öbürü kendine yakışan güzel bir giysi giydiyse kıskanırlar, bir diğerinin kariyeri kendisinden daha iyiyse kıskanırlar, bir başkasının ilişkisi mutluysa kıskanırlar. Kıskançlıklarını gizleyip entrika çevirmeye kalksalar da nafile! Çünkü bakışları vahşileşir, ses tonları değişir, yürüyüşleri tuhaflaşır. Hemcinsini kıskanan kadın insan değildir aslında, bir çeşit android formuna evrilmiştir! Patladıkları zaman tufan yaratırlar. Nedense çevrelerindeki erkekler bu kadınların zehrini en son fark eder. Ama önünde sonunda onlar da anlar gerçeği. Zira bu kadınların kıskançlık krizleri ortamı er ya da geç savaş alanına çevirecektir. Dünyanın en anlayışlı, an aşık erkeği bile bu duruma katlanamaz!

Erkeksi kadınlardan kaç kaç kaç!
Görüntü itibariyle erkeksi olanlardan bahsetmiyorum elbette. Olabilir, bir kadının hormonları bozuktur, görüntüsü erkeğe benzeyebilir. Ya da ne bileyim çok sigara içiyordur, sesi kalınlaşmıştır. Veya içinden gelmediği için kaşlarını düzeltmeden dolaşabilir. Elbette bütün bu kadınlar değil benim bahsettiklerim. Ya da cinsel tercihi gereği erkek gibi davranan kadınları da kastetmiyorum, özel yaşamıdır saygı duyarım. Benim bahsettiklerim, ağzından küfür düşmeyen, oturmasını kalkmasını bilmeyen, bağırarak konuşup insanları rahatsız eden, cinsel anlamda heteroseksüel olmasına rağmen, erkek cinsinin en berbat özelliklerini taklit eden kadınlar!
Hele bir de ikiyüzlülerse hiç ama hiç çekilmezler. Mesela bütün gün erkek gibi davranır, ama patron gelince bir kırılır, bir kırıtırlar ki... Oy oy oy, beşinci sınıf soytarılıktır sergiledikleri; oyunculuk falan da değil, o derece yani! Eminim bu yazıyı okuyan herkesin bu tip kaçılası bir kadın tanıdığı vardır.

(görsel, explosion.com sitesinden alıntıdır)

Densizliğin adı “ben neysem oyum, dürüstüm” oldu!
Bilmiyorum farkında mısınız, son dönemlerde densiz kadınlar çoğaldı sanki. Laf sokmak onlarda, aşağılamak onlarda, kendilerini övmek onlarda... Bence densizliğin bu derece patlamasında sosyal medyanın da etkisi var! Klavyeyi ellerine geçirdiklerinde nasıl ki ne yazdıklarını bilmiyorlarsa, günlük hayatta konuşurken de aynı durumdalar. Bunlar çeşit çeşit.

Birinci grup; özel hayatını olduğu gibi gözler önüne serenler;

Mesela ofise gelir başlar anlatmaya. Kocası bebeğin altını nasıl almış, efendim sokakta güzelliğine nasıl laf atmışlar, haftasonu nerede takılmış, ne yemiş, ne içmiş, ne satın almış, kaç kilo vermiş, hangi sporu yapmış, kayınvalidesini evden nasıl kovmuş! Hatta abartıp en mahrem hallerini bile anlatanlara tanık oldum... Tabii ki ben hemen bir bahane bulup bu temaşanın sergilendiği sirk alanını terk etmeye bakarım. Bazen hemcinslerimin nasıl böyle makineli tüfek gibi ara vermeden konuştuklarına, her ortamda kendilerini nasıl en özellerine kadar ortaya saçıp döktüklerine gerçekten hiç ama hiç anlam veremiyorum. Bu kadınlar, sosyal medyada da bu kadar cesurlar, zaten tahmin ediyorsunuz. Sanırsınız ki dünya onların çevresinde dönüyor, densizlikte sınır tanımıyorlar, özel hayatları herkesin diline düşse de umurlarında mı? Onlar için önemli olan, sadece gündemde olmak ve reyting almak!

İkinci grup densizler ise sivri dilli olanlar;

Yukarıda da bahsetmiştim, söylediği şey karşısındaki insanı kırmış kırmamış asla umursamazlar. İyilik olsun diye söylüyorlardır zaten her şeyi, içleri neyse dışları da odur! Belli başlı konularda "master" yapar bu tipler. Kilo, saç baş, kıyafet, ilişki ve bütün bu konulardaki tavsiyeleri... “Sen çok kilo aldın, eski fotoğraflarında ne kadar güzelsin, yeme!” Ya da “Seninki seni aldatıyor olmasın!”, ya da “Ay şekerim sen çocuk eğitmeyi bilmiyorsun”... gibi. Herşeyin en doğrusunu, en güzelini onlar bilir, hepsi adeta birer yaşam koçudur! Benim gözümde ise cahil cesaretidir ortaya sergiledikleri şey...

Üçüncü grup densizler, sosyal medya canavarları;

Ben ve benim gibi birkaç dinozor kafa, sosyal medyada özel hayatımıza dair iz bırakmama konusunda çabalarken, bir güruh var ki neredeyse hayatının her anını anlatıyor, fotoğraflıyor, kameraya alıyor. Bizim millet de meraklıdır bilirsiniz, dedikodu yapar gibi izlemeye alıyor bu afişe edilen hayatları. Hal böyle olunca, yani hayatını gözler önüne seren kişi ne kadar cesursa, o paylaşılan hayata yapılan yorumlar da o derece densizleşebiliyor. Yani birisi saçının yeni rengini sosyal medyada tanımadığı insanlarla paylaşıyor, benzer diğeri de “iğrenç olmuş” diye yorum yapıyor. Benim fikrimi soracak olursanız, densizlik her iki tarafta da var. Bu arada düzeyli paylaşım yapıp kendi fotoğraflarını da arada sırada yayınlayanlara değil sözüm elbette. “Yani kendimi gizleyerek doğru yapıyorum” demiyorum yanlış anlaşılmasın, ben zaten normalde de kendimden bahsetmeyi pek sevmem, sosyal değilimdir.  Konumuz bu değil zaten. Hayatının bütün gizemini ortaya serenlere benim sözüm. Yani her şeylerini uç noktada paylaşanlara... Ne bileyim bikinili tatil fotoğrafı koyuyor sayfasına birisi, öbürü de “selülitlerin iğrenç” diyor. Ya da çocuğunun her halini paylaşıyor birisi, öbürü de “çocuğun ne kadar şımarık!” diyor... Sonra sosyal medyada kavgalar çıkıyor falan. Ben buna tanık olmadım ama, son dönemlerde birçok blogger bu konuda bir şeyler yazıyor. Şeffaf olmak sanırım bizim toplumda, özellikle kadınlar arasında biraz yanlış anlaşıldı. Evde perdeleriniz açık yaşamayı tercih ediyorsanız, komşuların sözlerini de sineye çekmek zorundasınız. Yani, niye kızıyorlar ki birbirlerine!

(görsel, fashionlady.in sitesinden alıntıdır)
Nezaket istiyorum!

Evet, ben gerek reel hayatta, gerekse sosyal medya ortamlarında nezaket taraftarıyım. Bir yazının içinde sırıtan rezil bir küfür görürsem, konusu istediği kadar ilgimi çeksin, o yazıyı okumuyorum. Tanımadığım insanlara “siz” diye hitap ediyorum. Sosyal medyadaki senli benli söylemlerden olabildiğince kendimi uzak tutmaya çalışıyorum. Bloguma gelen e-postalardan nezaketsiz bulduklarıma yanıt vermiyorum. Bir ortama girdiğimde “merhaba” diyorum, insanlara gülümsüyorum. Haddimi bilmeye çalışıyorum. Eğer karşımdaki densizse, kabuğuma çekilip çok sinirlenmediğim sürece kendisiyle muhatap olmamaya çalışıyorum. Belki de gittikçe yalnızlaşmaya götürüyor beni böyle davranmam. Ama ben nicelikten çok nitelikten yanayım. Yani abuk sabuk iletişimlerden çok olacağına, az ve öz diyaloglarım olsun istiyorum.


Çok mu abartıyorum yoksa, bu yazı burada bitsin en iyisi...
Mutlu bir hafta olsun, sevgiyle...
Devamını Oku

7 Ocak 2016 Perşembe

İçerik yazarak para kazanmak!

2013 ocak ayında başladığım, o zamanlar adı “makale yazarak para kazanmak” olan, şimdilerde ise “içerik üretmek/ içerik yazmak” olarak adlandırılan işler konusunda maceralarımı şu başlıktaki yazılarda toplamıştım. Bu yazıları okuyanlardan, ya da sadece başlığı görenlerden gelen e-postalar beni o kadar çok yormaya başladı ki, bir güncelleme yapıp tüm sorulara toplu yanıt verme ihtiyacı duydum. İçerik üreterek para kazanmak isteyenlerden gelen e-postalarda genel olarak aynı sorular var. Ana başlıklar halinde olayı bir toparlayıp olabildiğince deneyimlerimi ve gözlemlerimi tekrar aktarmaya çalışacağım. Ama şunu bilmenizi isterim ki ben bu konuda otorite değil, aynı sizler gibi kelime işçisiyim. Ya da “sözcük emekçisi” diyelim..

içerik yazarak para kazanmak kolay bir iş değildir!

1- İçerik yazarak kimler para kazanabilir?
Bu sorunun yanıtı bana göre kısaca şöyle verilebilir: “Herkes yazarak kazanamaz!”
Çünkü dışarıdan göründüğü kadar kolay bir iş değil bu. 3 sene önce bu işlere yeni başladığımda iyi yazan da iyi yazmayan da bir şekilde para kazanabiliyordu. Çünkü piyasada bir boşluk vardı. O kadar çok kalitesiz iş üretildi ki bu süreç içinde, o kadar çok çöp yazı “makale” adı altında pazarlanmaya çalışıldı ki, Google buna önlem aldı. Artık sanal ortam yazılarında ziyaretçinin geçirdiği süreye çok önem veriyor Google örümcekleri. Ben bu konuda uzman değilim, SEO'cular bu başlığı çok daha iyi açıklayacaklardır. Yani demem o ki, okunabilir içerik üretenler kazanıyor, çöp içerik üretenler piyasadaki fiyatları aşağıya çekmeye çalışsalar da bir şekilde eleniyorlar. Çünkü bizim ülkemiz maalesef nitelikli, üniversite mezunu, okuyan, yazan, Türkçesi iyi olan işsizler cenneti! Hal böyle olunca, kötülerin elenmesi de çok doğal ve beklenen bir sonuç.
Özetle diyebilirim ki, lisedeyken yazmayı ve okumayı sevmediyseniz, ders kitabı haricinde okuduğunuz kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmiyorsa, çantanızda kitapla yola çıkmıyorsanız, bence bu işi unutun! Böyle yaparak zaman kazanır ve hem kendinize
hem de piyasaya iyilik yapmış olursunuz. Nasıl ki herkes overlokçu olamazsa, herkes yazarak kazanamaz. Çünkü basit gibi görünen işler de yetenek gerektirir.

2- Ne tür içeriklerden para kazanılır?
Konumuz SEO uyumlu internet içerikleri. Yani e-ticaret, haber portalı, blog gibi ortamlarda yayınlanan içerikler. Kimi zaman sizden istenen şey bir ürün tanıtımı olabilir, ya da bir kategori tanıtırsınız. Örneğin tekstil ürünleri satan bir e-ticaret sitesinde “x marka tişört” ürününü 300 kelime ile tanıtmanız istenir. Ya da “montlar” kategori başlığına “mont” sözcüğünü anlatan en az 500 kelimelik bir içerik üretmeniz istenir. Son zamanlarda adından çokça söz edilen eğlenceli içerik sitelerinden birine “dizilerde bıktırıcı 5 klişe” başlığı altında 200 kelimelik bir yazı yazmanız ve bu yazıya uygun görseller bulmanız da istenebilir. Bir videoya alt yazı yazabileceğiniz gibi yemek tarifi de istenebilir sizden. Ya da bir e-ticaret sitesinin bloguna içerik üretebilirsiniz. Mesela puzzle satan bir sitenin bloguna, resimleri puzzle olarak üretilmiş ressamlar hakkında yazılar yazarsınız. Bazen çok daha zor içeriklerle karşılaşırsınız, çünkü müşteriniz tabiri caizse biraz gıcıktır... Bu kadar açıklama sonrasında ilk cümleye dönüyorum:

İnternette para kazanılan yazılar SEO uyumlu olmak zorundadır!

Google'a “SEO uyumlu içerik ne demek?” diye sorduğunuzda zaten birçok açıklama göreceksiniz. Bu konuyu araştırmayı size bırakıyorum...


3- Yazarak kazanmaya nereden başlamalı?
SEO uyumlu yazı nasıl yazılır?” konusunu öğrendikten sonra kariyer sitelerinde (daha önceki yazılarımda belirtmiştim, kariyer.net, secretcv...vs) kendinize bir özgeçmiş oluşturarak “içerik yazarı, metin yazarı” gibi aramalarla iş ilanlarına başvurmalısınız. Projesi olanları freelance çalışanlarla buluşturan sanal mecralarda da şansınızı denemenizi öneririm.

Bana gelen e-postaların arasında şöyle yazanlar çok var:

Dediğiniz internet sitelerindeki ilanlara baktım, iş bulamadım. Siz çalıştığınız işleri benimle paylaşır mısınız?”

Bu söylemi gerçekten anlamam mümkün değil. Sanki uzayda yaşıyor gibi, bir günde iş bulacağını zannedecek kadar ülkemiz gerçeklerine yabancı olan biri için ne yapabilirim?

Bulana kadar her gün bakmalısınız ilanlara” yanıtını vermeye cidden utanıyorum. Ve o kadar çok zamanımı alıyor ki bu e-postalar!

Bu olayın diğer bir boyutu ise biraz hazıra konmak oluyor, yani farkında olmadan yapılan emek hırsızlığı... Şunu anlıyorum ben:

Evdeyazar 3 senedir uğraşıyorsun, öğrenmişsin birşeyler, paylaş. Hatta çalıştığın yeri söyle, senin yerine ben çalışayım!”

Gerçekten bu konuda çok rahatsızım, e-posta kutuma bakmak bile istemiyorum bazen..
Ben iş aramak için saatlerimi günlerimi harcadıysam siz neden harcamayasınız ki? Çalıştığınız ofise girsin diye tanımadığınız insanlara referans oluyor musunuz? Peki bunu sizin için yapmamı neden benden istiyorsunuz? Açıkçası bazı e-postalar o kadar içtenlikle ve duygusal yazılmış oluyor ki, yardımcı olamadığım için üzülmeme sebep oluyor. 
Ama ben üzülmeyi hak etmiyorum!
Olabildiğince deneyimlerimi sizinle paylaşıyorum, sizse daha çok yardım etmem için beni zorluyorsunuz. “Bana iş bul!” diye, tanımadığınız bir insandan baskı görseniz ne düşünürsünüz? Biraz empati rica ediyorum. Evet işsiz olmak kolay değil, bu durumu çok iyi biliyorum. Ama kimseye bu şekilde baskı yapmayı hiçbir zaman düşünmedim. Hatta bazı postalar var ki aynen şöyle yazıyor:

Telefon numaram bu, sizden bilgi bekliyorum!”
Nasıl yani, böyle bir zorunluğum mu var benim? Neden yapayım ki? Kim yapar ya da böyle bir şeyi...

Dediğim gibi empati, biraz empati. Sevgili arkadaşlarım ben iş bulma kurumu değilim, blog yazıyorum o kadar!

Uzattım bu konuyu farkındayım, ama inanın çok sıkıldım...


4- Nerede yazacağımıza nasıl güveneceğiz?
Son zamanlarda bu işi gerçekten layıkıyla yapan siteler çıktı ortaya. Ben de içlerinden biriyle yoğun bir şekilde çalışıyorum bu aralar. Son derece profesyonel yazar panelleri var, fiyatları gayet makul, her önüne gelene iş vermiyorlar. Referans yazı istiyorlar, editör onayı veriyorlar. Yani siz paneli açıp istediğiniz konuda, fiyatını gördüğünüz yazıyı seçerek çalışmaya başlıyorsunuz. Yaklaşımlarından zaten kalitelerini anlayabiliyorsunuz. Ama bazıları var ki, nasıl etsem de yazan kişiyi sömürsem mantığındalar...
Geçenlerde bir tanesine deneme amaçlı üye oldum. Projelere verdiğiniz tekliften para alıyor, yani projeyi kazanmasanız da komisyonunu sağlama alıyor, yazdığınız yazının %25-40 arasında bir oranını komisyon olarak alıyor, üstelik varsa eğer blogunuz, orada kendi reklamlarını yayınlatma zorunluluğu da koymuş! Bir bitki adı taşıyan bu siteye dedim ki,

Sömürünün böylesini ilk kez görüyorum, haksız yere para kazanmanın üst boyutundasınız!”

Hiçbir cevap veremeyip üyeliğimi iptal ettiler. İnsan gerçekten bu kadar kurnaz olabilir mi? Şaşkınlık içindeyim...

Bazıları da utanmadan 100 kelimeye 50 kuruş teklif ediyor 2016 yılında! 3 sene önce bile öyle fiyatlar yoktu! Geçen bir tanesini eleştirdiğimde "ben işsiz insanlara istihdam sağlıyorum, bütçe bu ne yapabilirim" gibi kendince günah çıkaran bir yanıt verdi. Yani demem o ki sektör geliştikçe iyiler iyice profesyonel ve güven veren bir aşamaya gelmişler, piyasadaki köylü kurnazlarının ise sayısı belli değil!

Ne yazık ki ülkemizdeki işsizliğin bir sonucu bu durum; gerçekten utanç verici...

İyiyi bulmak için araştıracaksınız, iş deneyimlerinize güveneceksiniz. Her iş gibi yani... Yapacak bir şey yok. Ben tavsiye etmiyorum hiçbir yeri, çünkü bunu etik bulmuyorum. Kimseye de sormadım bugüne kadar nerede çalışmam gerektiğini... Karşınıza çıkan iş fırsatlarını hemen kabul etmeden önce iyi analiz etmenizi öneriyorum.

5- Ne kadar kazanılır?
Bu işi düzgün bir platformda gerekli mesaiyi harcayarak yaparsanız, bir maaş kazanabilirsiniz. Maaşın kaç lira olacağını siz belirlersiniz. “Sen ne kadar kazanıyorsun?” sorularını yanıtlamıyorum. Hayatım boyunca kimseye kazancını sormadım, bence ne kadar iyi niyetli sorulsa da böyle şeylerin konuşulması çok gereksiz, hele ki sanal ortamda! İş hakkında en ufak fikri olmayıp direkt parasını soranları ise gerçekten anlamıyorum.

6- Ne kadar zaman harcamak lazım?
Benim freelance çalışma disiplinim var, sabah 7:00 gibi oturuyorum, 16:00'ya kadar çalışıyorum. Haftasonlarını kendime ayırıyorum. Belki başkaları gece çalışıyordur. Freelance çalışmanın en büyük avantajı da bu zaten. Esnek ve özgür...

7- Blog yazarak para kazanılır mı?
Ben bu blogu yaklaşık 3 sene önce açtığımda para kazanmak birincil amacım değildi. Emek verdikçe blog para kazandırmaya da başladı. Nasıl mı, Bumerang teklifleri, reklam teklifleri, tanıtım yazısı teklifleri, ya da blogum aracılığıyla gelen proje teklifleri... Adsense hesabımda işler karışık. Orayı saymıyorum zaten. Bloglarında ürün tanıtımı yapanlar, blogu ticari bir mecra olarak görenler mutlaka daha çok kazanıyordur. Ama benim için blog öncelikle duygusal bir alan. Dolayısıyla öncelikli hedefim okunmak, para kendiliğinden geliyor...

Umarım içerik yazarlığını merak edenler için aydınlatıcı olmuşumdur. Bol şans diliyorum..

not: Yazarak Kazanmak konu başlığındaki bütün yazılarıma buradan ulaşabilirsiniz.



Devamını Oku