29 Mart 2016 Salı

Poyraz Karayel'i neden seviyorum?

Bunu ne zamandır yazmak istiyordum. Çarşamba akşamlarının müptelasıyım, çünkü “Poyraz'ım Karayel” var o akşamlar. Şimdi diyeceksiniz ki memleket kan revan içinde sen dizilerden mi bahsediyorsun? Evet dizilerden bahsediyorum; çünkü kaliteli bir şeyler izlemezse bu toplum; sanattan, hayal gücünden uzak kalırsa, kimbilir daha neler yaşayacak...

Evet Poyraz Karayel'i ilk bölümünden beri izliyorum, hatta çekildiği eve gidip duvar mesajlarını her hafta fotoğraflamak gibi bir de hobi edindim, ve bundan çok mutluyum. Çünkü onca kan revan içinde gayet insana özgü, belki bir o kadar da tuhaf bir şey benim bu yaptığım. Tuhaflık değil mi zaten bizi birbirimize bağlayan! O eve gidip duvardaki yeni mesajı görünce mutlu olmak bedava, duygusuna ve hayal gücünün uçarılığına ise paha biçilemez...



Şu andaki hayallerin ne diye sorsalar, “Poyraz Karayel senaryo ekibinde yer almak” gelir ilk on arasında! Bu derece yani, hem neden olmasın, öyle değil mi albayım...

Poyraz Karayel sevdamın nedenlerini madde madde anlatmam lazım, yoksa içimde kalacak...

1- Bu senaryoda edebiyat var.

Dizimizin kahramanı Poyraz Karayel, bir zamanlar benim de tabiri caizse sanki yutarcasına okuduğum Oğuz Atay hayranı, ve hatta bence Tutunamayanlar kitabını ezberlemiş. Çünkü attığı tiratların çoğu bu kitaptan alıntı. Nasıl ki Oğuz Atay'ın kahramanları burjuva düzenin değer yargılarına, beğenilerine, yaşam biçimine ayak uyduramıyor, Poyraz da öyle; hem de yansımaları müthiş! Bunun ironik bir biçimde gerçekleşmesi ise sarsıcı; çünkü bu düzeni koruma işini yapmaya çalışıyor, o bir polis! Benim bildiğim bir kere görevden alındı, bu aralar da kendisi istifa etti, Bahri Baba'yla (mafya ama seviyoruz kendisini) birlikte çalışmaya başladı.

Tutunamayanlar'da Turgut Özben vardı, öteki ben'i “Olric”le konuşan:

Ben anlatmak, filan falan demek istemiyorum. Sonum geldi Olric.. Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve sankibizdenöncebirşeysöylenmemişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz. Dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz. Dinden imandan çıktık. Deli dervişler gibi saldırıyoruz. Açın kapıyı! Biz geldik! Korkudan dudağınız uçuklamasın.” (Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 16. Baskı, s. 550-51)

Senarist ne düşünüyor bilmiyorum ama Poyraz Karayel ile  Albay'ım'ın hayali'nin  konuşmasını ben Olric'le konuşan Turgut Özben'e benzetiyorum. Kitaptaki zeki ironinin etkilerine kahkahalarla gülüyorum diziyi izlerken. Ve en güzeli de ne biliyor musunuz?

Poyraz Karayel sayesinde Oğuz Atay'ın kitapları korsana düştü! Bu ne demek? İnsanlar Oğuz Atay okumaya başladılar, kitap çok satmasa korsana düşer mi? Senarist Ethem Özışık ve Ertan Kurtulan'a minnettarım gerçekten de... Dizüstü edebiyatın çerez kitapları yanında gerçek bir şaheserin çok satanlar listesine girmesine katkıları olduğu için...


2- Bu senaryoda karakterler çok boyutlu

İşte tam da bu noktada sarsılıyorum ben. Mesela Bahri Baba bir mafya adamı aslında. Musa Uzunlar'ın şahane yorumuyla dizideki en sevdiğim karakterlerden kendisi. Adamları diri diri yaktığına şahit olduk, yeri geldi canlı canlı mezara gömdüğü de oldu düşmanlarını. O anlarda kendisinden nefret ettim ama, öte yandan Despina Hanım'a olan aşkının naifliği karşısında şapka çıkardım. Mafya adamı ama içinde bir güzellik var, bir zarif tarafı var. Yani kötü karakter değil, iyisiyle kötüsüyle bildiğimiz insan! Poyraz Karayel dersen, dışarıdan bakılınca bir deli, ama değil, o bir tutunamayan! Dolayısıyla ne yapacağı belli değil; bazen sınırları zorlayan romantik bir aşık, Ayşegül'ü için yapmayacağı şey yok; öte yandan intikam için öldürmeyeceği adam yok! Hayattaki bütün sorunların kaynağı olarak kapitalizmi gören, “küresel” diye bir düşman bellemiş zarif tetikçi Zülfikar mesela, aşık olduğu hacker Meltem'in yanında süt dökmüş kedi adeta. Meltem'se Poyraz'ın tuhaf kızkardeşi. Zehir gibi bir kız; “gökkuşağının bittiği yer” de yaşıyor...  Daha nasıl anlatsam, Sadrettin'den nefret ederdim bir zamanlar. Bahri Baba'nın az gelişmiş oğlu olur kendisi. Ama bir aşık oldu ki; oy oy oy, dönüştü, dönüşüyor gözümün önünde... Diziye yeni katılan Tolga Güleç, Neşet karakterine kimbilir hangi boyutları kazandıracak, ki psikopatlığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı bile...



3- Birbirine boş boş bakan insanlar yok bu dizide

Çünkü gerçek bir senaryo var; dakika doldurmak için birbirinin gözüne boş boş bakan, evin içinde gece elbisesiyle gezen saçma salak karakterler yok bu dizide. Mesela hemen hemen her bölümde, üst katında yaşayan küçük çocuk İsa'nın ödevlerine yardım ederken Poyraz, kendinden geçiyor ve müthiş sözler dökülüyor ağzından:

Kışlar yalnız ve gözü yaşlı geçer” diyo mevsimleri anlatırken. Odada herkes gözleri faltaşı gibi açılmış Poyraz'ı dinlerken, ben de kaçırmamaya çalışıyorum hayranlıkla bütün konuşmaları.

4- Çocuklar çocuk gibi bu dizide.

Parlatmadılar Poyraz'ın dünya tatlısı çocuğu Sinan karakterindeki “Ata Berk Mutlu”yu. Yani senaryoyu O'nun üzerine kurgulamadılar; doğallıyla, çocuk haliyle sevdik Sinan'ı ve hala da çok seviyoruz. İsmi lazım değil bir diğer çocuk karakteri parlata parlata en son rahmetli Zeki Alasya'yı bile çıldırtacak şımarıklığa getirmişlerdi. Ata Berk'e bunu yapmadılar, işte bu yüzden de çok seviyorum bu diziyi.



5- Star dizisi değil bu!

Bir star üzerine kurgulanıp sonra da çıkmaza giren dizilerden değil Poyraz Karayel. Çünkü dizideki herkes star! Rol dağılımı eşit, Bahri Baba da star, Poyraz da star, çocuk İsa da star, Ayşegül de star, Meltem de, Sadrettin de, Taş Kafa da, Songül de, Zülfikar da, Sinan da star. İşte bu nedenle de seviyorum ben bu diziyi. Oyuncuların hepsine eşit davranılmış, ve senaristler bence bu zor işi başarmakla bir kez daha alkışı hak ediyorlar.

Not: Bu haftaki kapı mesajında ne var, bu yazıya yetişmedi gerçi ama, en geç yarın mutlaka Facebook sayfamda yayınlarım Poyraz'ın kapı mesajını...

Son söz olarak Poyraz gibi bir cümle kurmayı deniyorum:

Gidiyorum albayım şimdilik;  bütün gidişlerde istikamet, insanın kendisine doğru değil midir zaten...”


Devamını Oku

25 Mart 2016 Cuma

Bu kadarını hak etmedik!


Şevki Bey, zevcesi Munise Hanım'ın özenle ütülediği pantolonunu, sakız gibi bembeyaz kolalı gömleğini, ceketinden bir ton açık renkteki yeleğini giydi; köstekli saatini özenle cebine yerleştirdi. Aynanın karşısında saçlarını düzeltti. Her zamanki gibi sinek kaydı traş ettiği yüzüne limon kolonyasını sürdükten sonra, kapının yanındaki askıda kendisini bekleyen ceketini ve şapkasını takarak sokak kapısından çıktı. Pera'ya gitmek için özenle giyinmek adettendi; çünkü insan çevresine, yaşadığı kente saygı duymalıydı. O böyle öğrenmişti. Sokakta rastladığı tanıdıklara şapkasını sağ eliyle çıkarıp hafifçe öne eğilerek selam verirken, köşede bir kalabalıkla karşılaştı. Bir basın ordusu eşliğinde gezen, bakışlarına yansıyan ruhundan çirkinlik akan, sakallarını traş etmemiş, çok para döktüğü belli olan giyimindeki zevksizlik bir bakışta belli olan, hayatında tek bir kitap okumadığı her haline yansıyan ve  cahilliğiyle gurur duyan, çocuğu hatta torunu yaşındaki bir hanımın elinden eşi olduğunu dünya aleme gösterircesine bir refleksle tutan adam konuşuyordu:

..Bugün benim ortanca hanımın doğumgünü. Gerçi ev komple boğazı görüyor ama yine de bir yemeğe çıkarayım dedim. Çıktık caddeye, bir anda aklıma şey geldi. Açıkçası kanıma dokundu. Gittim hanımla çocukla olayın olduğu yere. Millet fakir, karanfil bırakıyor. Ben gül bıraktım...”



Şevki Bey önce ne olduğunu anlayamadı. Sonradan fark etti ki, kendisinden yıllar sonra o sokakta bir bomba patlamış, insanlar ölmüştü. Geleneksel anma çiçeği olan karanfilin anlamını bilmediği belliydi adamın.  Dolayısıyla ölenlere saygı için olay yerine karanfil bırakanlarla dalga geçiyordu, bu ruhunun çirkinliği sözlerine yansıyan adam. Ne yapıyordu? Zenginliğiyle övünüyordu. Ne yapıyordu? Olay yerinde ölenleri umursamadan gezmeye çıkmış olmanın rahatlığını yaşıyordu. Ne yapıyordu? Bomba patlamasını reklam için fırsat biliyor, bir demet gül bıraktığı ânı görüntülemeleri için bir basın ordusu çağırıyordu. Olay neydi? Basın ordusu bu adamın çağrısına uyup abuk sabuk konuşmalarını ana haberlere taşıyabiliyordu ve hatta yaptığı insanlık dışı espriye gülenler de vardı aralarında. Kimdi bu adam? Medeni kanuna göre çok eşliliğin yasak olmasına rağmen eşine “ortanca hanım” diyebilen, o derece özgüveni yüksek, parası çok kendisi az bir adamdı.

Şevki Bey dayanamadı bu olan bitene, derhal oradan uzaklaşıp merkeze ulaşmalı, zaman kontrol uzmanlarına olayı anlatarak bir önlem almalarını istemeliydi. Yazıktı bu gelecek kuşağa, bu kadar ceza yetsindi artık! Uçtu, uçabiliyordu zira; bu adam ve bu adam gibilerin döneminin bitmesi için dilekçesini yazdı yüce makama.

Pera'yı eskisi gibi görmek için neler vermezdi Şevki Bey. Birbirinden ürkünç zebani kılıklı adamların; ürkek, çirkin ve güvensiz kadınların arasından geçerek süzüldü sokak aralarında. Zaman kontrol uzmanları dilekçesini kabul edecek ve bu adamların cezasını kesecekti er ya da geç. İyilik, güzellik, alçak gönüllülük kazanacaktı, biliyordu Şevki Bey. Hafifçe süzülerek yükseldi ve acıyarak baktı insanoğlunun kendisinden yıllar sonraki haline...
Böyle olmamalıydı, bu kadarını hak etmemişlerdi” dedi...



Devamını Oku

19 Mart 2016 Cumartesi

Muharrem'i büyütmediler!

Sabah annesinin sesiyle uyandı iki gözlü konduda Muharrem.

-Hadi Muharrem, elini yüzünü yıka çayı koyuyorum bak.
-Tamam anne, az daha uyuyayım!
-Erken kalkan yol alır oğlum, hadi benim güzel oğlum, kalk üzme beni! 

Aslında uyanmıştı ama bilerek kalkmıyordu yataktan. Çünkü annesi Gülsüm, oğlunu kaldırmak için birazdan yanına gelir, gül kokan elleriyle saçlarını okşar, alnına bir öpücük kondururdu nasılsa. Sabah sabah insan ana kokusunu içine çekerse günü de güzel geçerdi, kimselere söylemediği totemiydi Muharrem'in bu. Yorganı başına çekti mahsusçuktan, uyuma numarası yaptı. Bekledi, bekledi, gelmedi annesi! Tam o sırada “garkk!” diye bir kuş sesi geldi kulağına kondunun bahçesinden. Sanki öte alemlerden gelen kötü bir haberci gibi uzun uzun öttü. Aldırmadı Muharrem, aklına kötü şeyler getirmedi. Biraz daha bekledi yatağında, ama annesi yine gelmedi. Kalktı çaresiz  esneyerek, terliklerini giyip kapıdan sofaya, sofadan da evin dışına çıktı. Soğuk havalarda sabah sabah dışarıya çıkmak nasıl da zordu, içinden “çok para kazanıp tuvaleti banyosu içeride ev alacağım anama, kaloriferli olacak hem! Sıcacık suyla yıkayacağız elimizi yüzümüzü sabahları, içinde küvet bile olacak filmlerdeki gibi...” diye düşünürken annesi seslendi içeriden:

-Muharrem oğlum, hadi oyalanma üşüyeceksin!
-Tamam anacığım hemen geliyorum.

İçeriye girdi hızla parmaklarını ovuşturarak. Çivi gibiydi su, nasıl olmasın, mart ortası ne de olsa. Anası sofadaki kuzineyi çıtır çıtır tutuşturmuş, dünden kalma ekmeği üzerine koymuş, mis gibi kokutmuştu evin içini. İştahla oturdu yer sofrasına Muharrem. Kızaran ekmeğe sana yağını boca etti, bir taraftan da çayları dolduran annesine seslendi:

-Küstüm sana ben, niye gelmedin bu sabah yanıma?
-Küsme oğlum küsme, sobayı tutuşturma telaşıyla gelemedim, dedi anası.

Sanki sofrada kuş sütü eksikmiş gibi neşe içinde ettiler sana yağlı ekmek, zeytin ve çaydan oluşan kahvaltılarını. Çayları bitince kalktı sofradan Muharrem, yattığı odada hızla pijamasını çıkarıp pantolon ve kısa kollu gömleği geçirdi sırtına. Montu vardı ama giymedi, kağıda çıkınca montla rahat çalışılmazdı çünkü. Zaten çalışan adam üşümezdi ki! Muharrem adamdı, 14 yaşında anasına bakan kocaman bir adamdı hem de! Rahmetli babasından devralmıştı mesleği. Mecburiyetten! 2 sene öncesinde babası kağıda çıktığında o zengin adam arabayla babasına çarpmasaydı, çarptıktan sonra kaçmasaydı, az vicdan sahibi olsaydı, insan olsaydı yani, hastahaneye götürseydi babasını, Muharrem bugün kağıda çıkmayacak, okuluna devam edecek, daha büyük adam olacaktı!  Ama olsun, gidemese de okulunu bitirmeyi kafasına koymuş, geceleri eve geldiğinde derslerine çalışmayı hiç ihmal etmemişti. Dışarıdan mışarıdan diplomasını alacak, sonra da çalışıp anasını sıcak suyu olan evlerde oturtacaktı! Kağıt toplamayla olmazdı biliyordu, okulu bitene kadar idare edecekti artık. Zaten hükümet kağıt toplamayı da yasaklayacakmış diye duymuştu. Kendisi gibi toplamacılardan kağıt alanlara ceza vereceklermiş, öyle diyordu toptancı Mehmet Abi geçen gün. Bundan böyle daha az verecekmiş kilosuna kağıdın! Ne de olsa bir nevi kaçak işe giriyormuş yaptığı!

Bir bulut geçti gözlerinin önünden Muharrem'in, ne yaparlardı ekmek teknesini ellerinden alırlarsa. Bunları düşünürken kağıt taşımaktan kamburlaşmaya başlayan omuzları biraz daha düştü sanki. 14 yaşında bir adam, bu kadar yükü nasıl taşısın diye düşünmedi elbette, çünkü 14 yaşındakiler sırtındaki yük ne kadar ağır olsa da birer çocuktu, çocukların dünyasında endişe olmazdı ki!  Giyindikten sonra kapıya geldi, yırtık ayakkabılarını ayağına geçirip anasının elini öptü, başına koydu. “Hayırlı işler” dedi Gülsüm Ana, bağrına bastı oğlunu, işte o anda içine çekti anasının kokusunu Muharrem doya doya, sanki son defa koklarmış gibi... Kollarını iki omzundan arkaya doğru uzatarak köşede duran kağıt arabasının saplarını tuttu, dengesini bulunca “Hadi Allaha ısmarladık” diyerek hızla uzaklaştı evden.

Kendi mahallesindeki çöpleri es geçer, direkt zengin mahallelere yönelirdi hep.  Fakir mahallesinin çöpünden ne çıkardı ki zaten. Üç beş zeytin çekirdeği, belki biraz elma çöpü.. Para eden kağıttı, teneke kutuydu, plastik şişeydi; atar mıydı onları da mahalleli, atmazdı elbet. İnsan ekmek parasını çöpe atar mı hiç... Sırtında boş çuval, koşa koşa koyuldu her zamanki yoluna, Güven Park'a yaklaşmıştı. Hayalleri mi daha hızlıydı adımlarından, yoksa adımları mı kovalıyordu hayallerini bilemedi Muharrem. Yeşil çiçekli perdeleri olan bir ev, içinde kalorifer sıcacık, yumuşacık halılarla döşeli mutfak, banyosu tuvaleti zenginlerinki gibi ayrı ayrı, hem de sokakta değil içeride, tam çeşmeyi açıp sıcak suyla yüzünü yıkıyordu ki, mahşeri bir patlama sesi geldi kulağına. Bir kuş “garkk!” diye öttü bir yerlerde sanki! Sıcak sıcak aktı kan ağzına doğru, çeşmeyi kapatamadı, elleri uyuşuyordu o sıra, elinin birini havada uçarken gördü, öbürüyle tutmaya çalıştı, tam da o anda gül kokulu anasının kokusu geldi burnuna, “sabah gelip başımı niye okşamadın anacığım” diyecekti, savruldu sola doğru, havada kızarmış ekmek kokuyordu sanki, Muharrem'in gülümsemesi, hayalleriyle beraber havada asılı kaldı...
14 yaşında kocaman bir adamdı Muharrem...
Hiç büyümeyecek, kocaman bir adam...




Not: Yeşilçam'ın duayenlerinden sevgili hocamız Mehmet Aydın'dan almakta olduğum “Yaratıcı yazarlık ve senaryo “ dersleri kapsamında yazdığım dördüncü ödevdir. Fotoğrafdaki gerçek haber üzerine  benim kurguladığım bir öyküdür... /EvdeYazar

Devamını Oku

13 Mart 2016 Pazar

“Sen insan değil misin?” dedi martı...

Akşamdı. Camlarda çiseleyen yağmur. Pencerede oturmuş, İstanbul’u seyrediyordum. Düşercesine bir martı kondu pencereye. Ak tüylü kanadında bir parça kan. Bana bakıyordu, ürkek gözleri. Şaşırdım, acıdım. Bir an konuştuğumuzu sandım.

Yanlış pencereye kondun, sana yardım edemem” dedim, şaşkın gözlerle yüzüme baktı. “Sana dokunamam çünkü” dedim, yüzüme bakmaya devam etti. “Bir şey söylesene, neden öyle bakıyorsun yüzüme?” dedim. Bu sefer yavaşça araladı gagasını, ne söyleyeceğini gerçekten çok merak ettim. Önce genizini temizledi, sonra sanki yılların tiyatrocusu gibi etkileyici davudi bir sesle: “Hiç değişmeyecek misin?” dedi. Bakakaldım! Bu ses, bu diksiyon! “ Ne o, çok şaşırmış görünüyorsun” dedi. “ Sesin çok etkileyici, evet şaşırdım” dedim. “Bir martının konuşması değil, diksiyonunun güzelliği şaşırttı demek ki seni, gerçekten hiç değişmeyeceksin!” dedi.


Birden yaşadığım olayın farkına varıp ürperdim. Karşımda bir martı vardı, konuşuyordu, üstelik muhteşem bir ses ve diksiyonla! Gerçeküstü bir sahnenin içinde olduğumu fark ettim. İstemsizce elim hemen cep telefonuma gitti. Benim yerimde kim olsa aklına geleceği gibi bu ânı ölümsüzleştirmeyi düşündüm. Konuşan martı videosuyla tıklanma rekorları kırar, internet fenomeni bile olabilirdim. Tam ben bunları düşünürken, “Boşuna uğraşma, kameralar kaydetmez beni“ dedi. “Ne yapacağımı nereden biliyorsun?” diye sordum. “Ben herşeyi bilirim” dedi, büsbütün afalladım. “Şu kanadıma pansuman yapacak mısın, kanarken sohbet etmek hiç de kolay olmuyor” dedi. “Söylemiştim, sana dokunamam” dedim. “Neden?” diye sordu. “Çünkü tüylüsün, ben tüylü yaratıklara dokunamam, lütfen ısrar etme” dedim. “Tamam, işte kendin söylüyorsun, tüylü yaratıklara dokunamazmışsın. Oysa ben farklıyım. Çünkü ben, konuşan tüylü bir yaratığım. Üstelik itiraf ettin, ses tonum ve diksiyonum da şahane!” dedi. “ Bak, kan kaybından ölürsem eğer, bir daha konuşan martı görebilecek misin acaba, belki de bu sana verilmiş özel bir şanstır ve bu şansı geri tepmen belki de felaketine neden olacaktır!” dedi. Yarı tehdit, yarı korkutma, yarı umut içeren bu cümle karşısında ikircikte kaldım. Martının bile ukalası gelip beni buluyordu! “Ya bir rüyanın içindeyim, ya da bir masalın ortasındayım” diye düşündüm. Pencereyi açıp ürkekçe elimi uzattım. “Hadi korkma”dedi cesaret veren güzel sesiyle. Elimle kanadının ucuna dokundum, sonra aniden geri çekildim. “Yapamayacağım galiba” dedim. “Hemen pes etme” dedi, “Hadi dokun, başımı okşa, bak nasıl da hoşuna gidecek” dedi. 


Davudi sesli, müthiş diksiyonlu bir tiyatro sanatçısının başına nasıl dokunabilir ki insan! Biraz çekindim, sonra cesaretimi toplayıp nihayet dediği gibi yaptım. “Bak, korkulacak bir şey yokmuş gördüğün gibi, hadi beni kucağına al ve içeri götür, üşüyorum” dedi.

 Tüylü yaratıklara dokunamama fobisi, konuşan bir martı sayesinde aniden yok olan her insan gibi, O'nu sevgiyle kucağıma aldım ve pencereden içeriye taşıdım, ortadaki sehpanın üzerine bıraktım.

 Gidip içeriden çok kullanmadığım, eski ve küçük bir battaniye getirdim, koltuğun üzerine serdim. Martıyı güzelce örtünün üzerine yerleştirdim. “Vay be, hayvanlara dokunamama fobimin böyle geçeceğini söyleseler inanır mıydım?” diye düşündüm kendi kendime. Kütüphanenin kenarına ne olur ne olmaz diye sıkıştırdığım yara bandını getirdim. “ Önce kanı temizle, ne kadar da beceriksizsin” dedi. Kolonya ve pamuk getirdim. “Öyle evinde oksijen, tentürdiyot, bilumum ecza malzemesi bulunduran tedarikli biri değilim, artık idare edeceksin Martı Bey” dedim azıcık sinirlenerek. Pamuğa kolonya döküp hafifçe yarasını temizledim, neyseki fazla derine inmemişti kesik, üzerine yara bandını yapıştırmaya çalıştım. Tüylerini olabildiğince aralamam gerekti ve aslında bant pek de sağlam durmadı. Görevini başarıyla tamamlamış memur edasıyla “Tamam, dediğini yaptım, zaten yaran fazla derin değilmiş” dedim. “Teşekkür ederim” dedi. 

“Nasıl yaralandın?” diye sordum. “Beni sen yaraladın” dedi. “ Hadii bu da nereden çıktı şimdi?” dedim şaşkınlıkla. ”Evet beni sen yaraladın, incittin” diye tekrar etti. “İşine gelmeyince hatırlamıyorsun tabii ki, hiç değişmeyeceksin” dedi.


Beş dakika öncesine kadar nasıl da normal bir insandım. Sıcak evimde huzurlu huzurlu oturuyordum. Kim inanırdı ki cama yaralı bir martı konsun, konuşmaya başlasın, yarasını sarayım, üstüne üstlük onu yaraladığımı iddia etsin. Nasıl senaryo ama! Üstelik dediğim dedik inatçı bir martı olduğu da belli. Ağız dalaşına girmek istemedim, “Peki, madem seni ben yaraladım, söyle bakalım nasıl oldu bu iş?” dedim. 

“Ben” dedi, “Gül gibi yaşayıp gidiyordum. Yandan çarklı vapurlarla rüzgara karşı yarış eder, bana simit atan aşıklara türlü numaralar yapar, bu şehrin şiirine duygu dolu sözler eklerdim. Biz öyle mutluyduk. Sonra sen geldin, herşey berbat oldu! Önceleri düzelirsin diye bekledim, ama nafile. Dedim ya hiç değişmedin, sanırım değişmeyeceksin de! Beni sen yaraladın!” dedi.“Peki” dedim, “Ne zaman yaraladım seni?” “Son otuz beş yıldır iyice zıvanadan çıktın, beni her gün yaralıyorsun” dedi. Ne cevap vereceğimi bilemedim. Bir taraftan da kendimden şüphelenmeye başladım. Acaba gerçekten de O'nu yaralamış olabilir miydim? Tamam tüylü yaratıklara dokunamıyordum da, o kadar gaddar mıydım yoksa? “ Yanılıyorsun, o ben değilim” dedim, dinlemezden geldi. O kadar kararlıydı ki, “Anlat bakalım, nasıl oldu bu iş?” diye sordum.

 “ Önce geldin binaları yükselttin, sonra daha da yükselttin ve diktiğin kulelerle övünmeye başladın. Benim özgürce uçtuğum gökyüzüne bariyerler yaptın sen. Sen gelmeden önce neşeyle pike yaptığım uçsuz bucaksız bir gök vardı, ama sen, bencil sen...” Dedi, yutkunarak devam etti: “Senin o övünerek gökyüzüne doğru yükselttiğin binalara çarpa çarpa yaralanıyorum ben her gün, şimdi anladın mı? “ dedi. “İyi de beni niye suçluyorsun, ben inşaatçı mıyım?” dedim. 
“Sen insan değil misin?” diye sordu gür sesiyle. Cevap veremedim, sustum kaldım... Camı açtım, “İstediğin zaman gidebilirsin” dedim, yüzüme baktı, baktı, baktı... Öylece uçup gitti...

Not: Yeşilçam'ın duayenlerinden sevgili hocamız Mehmet Aydın'dan almakta olduğum “Yaratıcı yazarlık ve senaryo “ dersleri kapsamında yazdığım üçüncü ödevdir. Koyu renkle yazdığım ilk paragraf hocamızın anlatımıdır, devamı da benim hayallerim naçizane.. Umarım hocamız da siz de beğenirsiniz... /EvdeYazar

Not2: Fotoğraftaki martı gerçekten de geldi pencereme kondu ve bu yazıya konu mankeni oldu. İnsan bazen ne kadar enteresan anlar yaşıyor...
Devamını Oku

11 Mart 2016 Cuma

40 yaş altı "En Zengin Patron"

Ekonomi dergisi Forbes, Türkiye’nin en zengin 100 ismini açıkladı. 1982 doğumlu Erden Timur, Forbes’ın bu yıl açıkladığı ‘En Zengin 100 Türk’ listesinin 40 yaş altı en zengin patronu olarak dikkat çekiyor.


Ekonomi dergisi Forbes’in ‘En Zengin 100 Türk’ listesinde ilk sırayı 2,9 milyar dolar Serveti ile Murat Ülker aldı. Bu yıl İlk 100’e 18 yeni isim girdi. 400 milyon dolar servetiyle Nef İcra Kurulu Başkanı Erden Timur, listede 40 yaş altı en zengin patron olarak dikkat çekiyor.

1982’de Mersin’de doğan ve orta öğrenimini Tarsus Amerikan Koleji’nde tamamlayan Timur, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu’.

Foldhome ve Foldoffice konseptlerinin yaratıcısı, aynı zamanda Nef Yönetim Kurulu Üyesi Erden Timur, listeye 400 milyon dolarlık serveti ile 100. sıradan girmeyi başardı.

Erden Timur’un yönetiminde yer aldığı Nef, 5 Aralık’ta Seyrantepe Nef 39 projesinin 2 saatte satmış ve 47 milyon lira hasılat elde etmişti.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

10 Mart 2016 Perşembe

Devrim yapmak gerek!

Hava güneşli olunca insana daha çok enerji geliyor. Ben de günde en az bir kere dışarıya çıkıyorum çalışmaya ara verip. Biraz önce de çıktım. Sokakta yürürken belediyenin temizlik görevlisine rastladım. “Kolay gelsin” dedim her zamanki gibi. Çünkü tanımasam da içimden gelirse  eğer, insanlara selam vermeyi, kolay gelsin demeyi, olmadı gülümsemeyi önemserim. Okuduğum bir gezi yazısında bir blogger arkadaşın, “Fransa'da sokakta gezerken insanların birbirlerine gülümsediğini görmek çok hoşuma gitti, sabah otelde birbirine “bonjour” demeyeni dövüyorlardı, medeniyet böyle bir şey. “ şeklindeki anlatımını okurken kendimi düşünmüş ve benzer yaklaşımlarımı takdir etmiştim. Hatta geçenlerde İzmir'de sokakta yürürken bana gülümseyen insanlar olmuş ve İzmir'i neden sevdiğimi bir kez daha anlamıştım.



Evet dolmuşa bindiğimde sabahsa “günaydın” derim, inerken teşekkür etmeyi ihmal etmem. Bir simitçi vardı mesela, her sabah karşılaşırdık bir ara kendisiyle. Bir kez simit almıştım, sonraki görüşümde “sen uğurlu geldin, o gün ne simit sattım ama!“ demişti de nasıl mutlu olmuştum. Sonrasında işe giderken hemen hemen her gün karşılaştık, bazen karşı kaldırımdan “Hayırlı günler, hayırlı işler” dedi, ben de aynı dileği ona ilettim. Bazen de “Hadi gel siftah yapalım” deyip  sabahın ilk simidini aldım başının üzerinde taşıdığı tepsiden ve yolda giderken gördüğüm insanlara o simiti paylaştırarak işe gittim. Bunlar küçük ama beni çok mutlu eden şeyler. Öyle unutulmaz anlar var ki sokakta, en umutsuz dönemlerde bile insana “bu ülkede hâlâ güzel insanlar var” dedirtiyor ve mutlu ediyor.

Aslına bakarsanız tanıdık insanlarla uzun uzun konuşmaların sonunda ya bir kırgınlık oluyor, ya bir yanlış anlama oluyor, ya da bir soğukluk bir şey giriyor araya, sonra kafaya takıp üzülüyor insan, ya da ne bileyim tartışıyor gereksiz yere. Oysa böyle özele girmeden, bazen adını bile bilmeden yabancı insanlarla ne güzel sohbetler edilebiliyor. Ben öyleyim, küçük ânların insanıyım. İstanbul'a ilk geldiğimde hiç unutmam evinde misafir kaldığım arkadaş, söylediğim “İstanbul ne güzel, insanlar ne kadar iyi” cümlesini garipsemiş ve bir kara mizah örneği olarak yıllarca diline dolamıştı, hâlâ da ne zaman karşılaşsak aynı espriyi yapar. Aslında galiba insan nasıl enerji yayıyorsa aynısını görüyor.



Evet ne diyordum, birkaç saat önce hazır hava da güneşliyken sokağa çıktım. Yolda giderken temizlik görevlisine her zamanki gibi “kolay gelsin” dedim, o da gülümseyerek teşekkür etti. Süpürdüğü şeyler çoğunlukla sigara izmaritiydi. “Yere sigara izmariti atanları dövesim geliyor” dedim, “dövmekle olsa” dedi, “sokağa çöp atmayan Avrupalılar insansa biz neyiz, biz insansak onlar ne” dedim. “Avrupayı tersten işlerine geldiği gibi görüyor bizimkiler” dedi. “Peki ne yapmalı, bir çözümü olmalı mutlaka” dedim. Cevap verdi: “Çözümü var” dedi, merak ettim, yanıtladı:

Devrim yapmak gerek!”

Doğru söylüyorsunuz” dedim ve gülümseyerek uzaklaştım, afallamıştım bu yanıtı duyunca...

Ben daha ne söyleyeyim! Yüreğine sağlık be emekçi dostum; günümü güzelleştirdiğin için, içimi umut doldurduğun için...


Devamını Oku

7 Mart 2016 Pazartesi

Hep birlikte uzaya çıkalım!

Hayatımın hiçbir döneminde cinsiyetçi bir gözlük takmadım, ne mor çatıcılardan oldum ne de feminist. Duygu Asena'nın kitapları açıkçası beni zerre kadar etkilemedi. Kadın hakları diye bir şeyi savunmadım hiç, kadın sorunu özeline kafa da yormadım. Çünkü bütün bu gösterilen çabalar her ne kadar iyi niyetli olsa da, bence boşa kürek sallamaktan öteye geçemez, geçmiyor da zaten. İnsan hakları diye bir bilinç oluşmazsa eğer, insan olabilme evreleri geçilmezse eğer, daha çook yıllar kadın hakkı diye sokaklara dökülür mor giyenler.

Dün mülteci astronot Muhammet Faris ile yapılan röportajı* okuyordum, astronotların genel olarak söylediklerinin o da altını çizmiş. “Uzaydan bakınca dünya mavi bir top yalnızca, ne sınırlar var, ne ayrılıklar, ne de farklılıklar” demiş ve eklemiş; “Kötü insanları uzaya göndermek lazım. Dünyanın ne kadar güzel olduğunu görüp, geri döndüklerinde kötülük yapmaktan vazgeçerler belki...” Güzel söylemiş de uzayı da kirletir onlar, Mr. Faris çok iyi niyetli yaklaşmış olaya bence.



Bakıyorum, bakıyorum, anlayamıyorum bazen. Viyana'da insanlar sanat etkinlikleri arasında mekik dokuyup sokak konserleri dinlerken içkilerini yudumluyor, bizde sokakta kadınların ne işi var deniyor. İsviçre'de mahalle kreşine bedava gönderdiği bebeğinde aklı kalmayan kadın, bizde devletin kreşine çocuğumu gönderip heba edeceğime daha çok çalışır özel okula gönderirim diyor. Hoş, mahallede kreş de yok ki! Amerikalı gençler liseyi bitirdikten sonra cinsiyetleri ne olursa olsun önce dünya çapında bir gezi programına çıkıp, sonra üniversitede okumayı tercih ediyorlar. Bizde ise “kız kısmısı anasının babasının dizinin dibinden ayrılmaz” sözü hâlâ kabul görüyor! Asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlara “daha çok çocuk doğur!” dayatması yapılan ülkemizde, kadın sorunu diye bir şeyle uğraşmak bence buz dağının görünen yüzüyle oyalanmak anlamına geliyor. Ki zaten ne kadar oyalanılırsa o kadar çok sorun çıkıyor, dağ neredeyse batacak!

Ortaya kara bir yazı çıktı farkındayım, belki de hep beraber uzaya çıkmamız lazım!


*http://www.hurriyet.com.tr/multeci-astronot-muhammed-faris-keske-butun-kotuleri-uzaya-gonderseler-40064149


Devamını Oku

3 Mart 2016 Perşembe

Siz Nasıl Bir Patronsunuz?

Hayal ettiniz, hedefinizi belirlediniz, inancınızı yitirmediniz, çok çalıştınız ve işinizin patronu oldunuz. Peki sıra patron olmayı öğrenmeye geldiğinde aynı titizliği gösterdiğinize inanıyor musunuz? Durup bir düşündüyseniz okumaya devam edin. Kendinize soracağınız birkaç kritik soru ile hem kendiniz hem de çalışanlarınız için mutlu ve verimli bir iş ortamı sağlayabilirsiniz.

Çalışanlarınızı motive ediyor musunuz?
Motivasyon, iş hayatının her noktasında başarının ön koşuludur. Çalışanlarınızın enerjisini her koşulda üst seviyede tutmak için onların başarılarını takdir edin ve ödüllendirin.

Onları ne kadar tanıyorsunuz?
Cevabınız sadece yaptıkları işin içeriğinden ibaret olmamalı. Çalışanlarınızı izleyerek onların yeteneklerini ve güçlü yönlerini öğrenin. Bu sayede hem onları yönlendirip sorumlulukları doğru şekilde bölüştürür hem de iş ortamınızdaki uyumu ve heyecanı yok etmemiş olursunuz.

Başarısızlık ve başarı kimin eseri?
Elde ettiğiniz başarıları kendinize, başarısızlıkların nedenini çalışanlarınıza yüklüyorsanız iş ortamınızda mutsuzluk, motivasyonsuzluk, güvensizlik ve isteksizliğin hakim olduğunu bilmelisiniz. Bu durumda, zaman içerisinde başarısızlık oranının artması kaçınılmaz olur.

İş dışında aktiviteler yaratıyor musunuz?
Çalışanlarınızla bir arada düzenleyeceğiniz aktiviteler, iş stresinin azaltılmasına ve ekibiniz arasındaki bağın güçlenmesine yardımcı olur. Ofis dışında birbiri ile hiç vakit geçirmeyen bir ekibiniz varsa, zaman içerisinde iletişim problemlerinin ortaya çıkmasına şaşırmayın.

Çalışanlarınızın fikirlerini önemsiyor musunuz?
Unutmayın, haklı olan her zaman siz değilsiniz. İşinizde ne kadar yetkin olsanız da gözünüzden kaçan ayrıntılar ya da farklı bakış açıları hep olacaktır. Bunlara kulak tıkamadığınız sürece uyumlu, yeniliklere açık bir ekibe sahip olursunuz.

Onları ne kadar özgür bırakıyorsunuz?
Siz de sürekli etrafta dolaşan, kontrol delisi bir patronsanız çalışanlarınızın bundan hiç memnun görünmemesinin sebebi sandığınız gibi “kaytarma” isteği olmayabilir. Araştırmalara göre patronunu makul aralıklarla gören ve çalışırken özgür bırakılanların iş ortamındaki verimi ve başarısı daha yüksek.
Ancak…
Bazen özgür ruhlu bir deha hayatınızın tatlı belası olabiliyor. Bir de onu uzaktan takip etmek zorundaysanız vay halinize. Verdiği bilgilere ikna olmak için gününüzün çok önemli bir kısmını onun mesajları, telefonları ve hatta Selfie’leri ile geçirmek zorunda kalabilirsiniz. Olmaz demeyin, bakın nasıl oluyor:

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku