28 Temmuz 2017 Cuma

27 Temmuz İstanbul Afetinde Yaşadıklarım

Resmen 1 dakika gecikmeyle dünkü afetten kurtuldum! Her zaman olduğu gibi; yani 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinden de sadece şans eseri kurtulduğum gibi, dün de afete yakalanmaktan yaklaşık bir dakika zaman farkıyla kurtuldum! Bu konuda gerçekten çok şanslıyım, ve bu şansımın ne kadar değerli olduğunu biliyorum.

Dünü düşündükçe hâlâ ürperiyorum, anlatayım:


Hava durumu haberleri hep ilgimi çeker. Bu nedenle de Buluttan Bildiriyor hesabını severek ve yakından takip ediyorum. Yani dün akşam şiddetli yağmur yağacağını; hatta dolu, yıldırım, şimşek ve ani rüzgarlar olacağını biliyordum. Fakat dün yaşadığımız boyutta bir afet olacağını meteoroloji bile tam olarak kestirememişti! Ağaçların havada uçuşacağını, metal çöp konteyner' larının yerinden oynayacağını, asırlık çınarların bile yerle bir olacağını, camların patlayacağını hangimiz tahmin edebilirdik! Tahmin de edemedik zaten! Her şey bir anda olup bitti.
Çok korkunçtu, gerçekten çok korkunçtu yaşadığımız anlar. Yılardır İstanbul'da yaşayan biri olarak bir geçen sene 15 Temmuz'da tepemizden jetler alçak uçuşla geçerken ve camlar zangır zangır titrerken; bir de dün akşamki yaşanan tufanda bu kadar korktum! Umarım bir daha böyle şeyler başımıza gelmez!


1 dakika zaman farkıyla nasıl kurtuldum

Dün çok işim vardı, bilgisayarın başından bir türlü kalkamadım. Ama manava gitmem de lazımdı. Şunu da bitireyim, bunu da bitireyim derken saatin akşam altıyı biraz geçtiğini fark edemedim. Sonra "artık kalkmalıyım" dedim. Baktım hava hafiften kararmaya başlamış, bulutlar gelmekte. Yağmur başlayana kadar manava hızla gider gelirim diye düşündüm. Tam evden çıkıyordum ki, içime kurt düştü. Camları kapatayım ne olur ne olmaz dedim. Kapıdan döndüm ve camları tek tek kapattım. Sonra ayakkabılarımı giydim, ikinci kattan birinci kata indim. Birinci kattan 4 merdiven daha inip sokağa çıkılıyor. O merdivenleri inmeden önce eğildim baktım; yerler ıslanmaya başlamış. "Amaan boş vereyim şimdi manavı, ıslanmayayım boşu boşuna; buzluktaki kuru fasulyeyi pişiririm olur biter" dedim. Geriye döndüm, ama olayın boyutlarının henüz farkında değildim. Anahtarı çıkardım, kapıyı açmaya çalıştım. Tam o sırada telefonum çaldı. Yakınım arıyordu: “Sen neredesin?” diye sordu, ben de anlattım saf saf... “Manava gidecektim, baktım yağmur başlıyor, geri döndüm, şimdi kapıdan giriyorum” dedim. “Ben önüme çıkan ilk dükkana sığındım, aman dikkat et, pencerelerden uzak dur!” dedi. Yine anlayamadım neler olduğunu.

Post apocalyptic film sahnesi gibi manzaralar

Ayakkabılarımı çıkardım, salona girdim, aman Allahım o nasıl ses... Sanki çatılardan kocaman kocaman kiremitler düşüyor gibi! Pencerelere bir şeyler çarpıyor sürekli ve ben korkudan camlara yaklaşamadığım için bu şeylerin ne olduğunu anlayamıyorum! Sokaktan pat küt sesler geliyor, ama öyle böyle değil! Kalbim hızla çarpmaya başladı. Telefona sarıldım hemen. Neler olduğunu sordum yakınıma; bana pencerelerden uzak durmamı salık verdi. Koridorda bir o yana bir bu yana gezinirken bu kabusun bitmesi için yüksek sesle dua etmeye başladım. Bir ara ellerim titreyerek iki yudum su içtim. Kabus bitmek bilmiyordu. Kaç dakika sürdü bilmiyorum ama, o anlar o kadar uzundu ki... Eğer o iş de bitsin, şu iş de bitsin demeseydim ve bir dakika önce çıksaydım sokağa; olacakları hayal bile edemiyorum! Uçar mıydım, bir yerlerimi yaralar mıydım... Düşünmek dahi korkunç! 


Olay sonrasında “Post apocaliyptic” film sahnesi gibi görüntüler vardı sosyal medyada. Hani vardır ya Hollywood filmleri; aniden nükleer saldırı, hortum, fırtına, deprem gibi bir felaket gelir ve medeniyet yerle bir olur. Kıyamet sonrası korkunç tablo anlatılır bu tarz filmlerde. Dünkü görüntüler hiç de farklı değildi post apokaliptik hikayelerden. Devrilen ağaçlar, yıkılan vinçler, yerlerde cam kırıkları, yıldırım düşmesi sonucu çıkan yangınlar, suda yüzen araçlar, sel basan metro istasyonları...

Doğa ana bir tokat attı!

Evet, yine son sözü doğa söyledi. Belki de “Bunlar size son uyarılarım!” demek istedi. “Benimle bu kadar uğraşırsanız, neler yapacağımı o son teknoloji dediğiniz aletlerle bile tahmin edemezsiniz!” dedi. "Bırakın ormanları yok ederek yol yapmayı, bırakın artık her yeri binalarla doldurmayı!” demek istedi. Çok şey söyledi dünkü tokadıyla! Artık anlamak zorundayız! Anlamayanlara anlatmak zorundayız! Çünkü para denilen nesne, doğa karşısında sadece bir kağıt parçasıdır! Medeniyetse tek dişi kalmış bir canavar!

Ve bilmem farkında mısınız; iklim değişikliği gözümüzün önünde yaşanıyor bağıra bağıra ve tüm çıplaklığıyla! Temmuz ayında fırtınalar, seller, orman yangınları, kışın metrelerce kar! Hep birlikte beton bir dünyanın getirdiği felakete doğru yol alıyoruz!


Bu domates bir şeyler anlatıyor!


Ama umut hala var. Neden mi, çünkü domatesim yaşıyor! 

Çengelköy'deki asırlık çınar ağacı bile yıkılırken, benim penceremin önündeki bu domates sanki ulu bir bilge gibi ayakta! Sizce de bir şeyler anlatmıyor mu bu duruş, bu yıkılmayış? Dünkü tufandan sonra sadece bir kaç ezikle yaşamayı sürdürmeyi başardı! Hayatımda ilk kez, hem de küçücük bir saksıda yetiştirdiğim ve çok sevdiğim domatesim dünkü felaketten kurtuldu! Komşulardaki saksılar yerle bir olurken o yaşayabildi! Demek ki umut var; demek ki severek bir şeyleri kurtarabiliriz! 

Demek ki hâlâ dünyayı güzellik kurtarabilir!


Devamını Oku

23 Temmuz 2017 Pazar

Televizyonda film izlemek artık sadece bir nostalji!

Televizyonda film izlemenin hiç tadı kalmadı artık. Çoktandır farkındaydım da, dün akşam Kanal D'deki “Çok Uzak Fazla Yakın” adlı filmi izlerken; daha doğrusu izlemeye çalışırken ve izleyemezken bunun daha bir ayrımına vardım! Ne garip değil mi; teknoloji geliştikçe gelişiyor, plazma televizyonların görüntü kalitesi yükseldikçe yükseliyor. Üç boyutlu televizyonlar çıkıyor ama, artık tüplü televizyondan izlerken aldığımız film keyfini alamıyoruz! Elbette bunun nedeni olarak “İnternet var artık, televizyon mu kaldı!” diyenler olacaktır aranızda. Buna ben de katılıyorum; ama  televizyonda film izlemeyi bu kadar keyifsiz hale getiren şey sadece internet mi? Bence değil; gelin beraber düşünelim...



San ve sür gitsin; izle izleyebilirsen!

Bir zamanlar televizyonda bir kadın ile bir erkek yakınlaştığı zaman, evdeki bütün genç kızlar bir bahane uydurup mutfağa kaçarlardı. Çünkü babaların annelerin yanında aşk filmi izlemeye utanılırdı. Artık böyle şeyler yok! Yanlış anlaşılma olmasın. Artık genç kızlar utanmadığı için değil; televizyonda böyle sahneler olmadığı için! Ya hunharca kesiliyor, ya da araya reklam kuşağı verilerek sahne unutturuluyor! Dün akşam “Çok Uzak Fazla Yakın” adlı filmi izlerken bunu düşündüm. Filmdeki genç kadın, yıllar sonra eski sevgilisiyle karşılaşıyor, O'nunevine gidiyor, konuşuyorlar, yan yana geliyorlar. Sonra hoop genç kadını sokakta kapının önünde ağlarken görüyoruz. Kadın neden ağlıyor bilemiyoruz. Eski sevgilisi taciz mi etti, eski sevgilisi ile yeniden mi yakınlaştı, pişman mı oldu, sahne mi kesildi; yoksa yönetmen cidden kopuk kopuk mu çekmiş filmi belli değil! Film film olmaktan çıkıp bir bulmacaya dönüşüyor ve zaten araya uzun uzun reklamlar girdiği için izlemekten vazgeçiyoruz...

Televizyonda film izlemek artık gerçekten sadece güzel bir nostalji... Yeşilçam klasiği olan Kemal Sunal filmlerindeki “eşşoğleşşek” lafının bile sansürlendiği televizyonda niye film izlesin ki insan! Sanki bütün çocuklar aşırı terbiyeyle yetişiyor, sanki toplumda çok üst boyutta ahlak anlayışı var da Kemal Sunal'ın “eşşoğleşşek” lafı bütün bu terbiyeyi bozuyor!


Dublajlı film izleyeceğime Sanskritçe film izlerim daha iyi!

Cnbc-e kapandıktan sonra televizyonlarda orijinal film kalmadı. Paralı dijiturk, tivibu gibi platformlardan bahsetmiyorum. Ben onlarla aramı çoktan kopardım. Standart uydu yayınlarından söz ediyorum. Zaten ulusal kanalların yabancı film gösterdikleri pek yok, gösterseler de rezil dublaj yüzünden izlenmiyor! Bir zamanlar ülkemiz, en iyi dublajın yapıldığı ülkeler arasında gösterilirdi. Mükemmel dublaj sanatçıları vardı. Ama şimdi onlar kalmadı. Kurtlar Vadisi'nde Polat Alemdar'ı konuşan Umut Tabak, CSI NY dizisinde Sheldon Hawkes olarak karşımıza çıkıyor. Küçük Emrah'ı seslendiren de aynı kişi, Lost dizisindeki Jack de aynı kişi, ve 12 Maymun'daki Brad Pitt de aynı kişi. Bir de kadın var, her yerde o... Cumartesi ard arda 2 film var mesela; ikinci film başladığında oyuncular değişiyor ama sesler aynı... Kalite, doğu bloku ülkelerinde tek sesin filmi anlatmasından bir tık üstte! Sırf orijinal yayınlamadıkları için bile televizyonda film seyredilmez bu saatten sonra!

Her filmde dumanlı dağlar

Dünkü filmden örnek vereyim yine. Karakterler barda oturuyor; doğal olarak ellerinde kadehler, arka fonda da içki şişeleri var! Ama hayır, biz sadece görüntüsü dumanlanmış abuk bir ekran görüyoruz. Çünkü içki şişeleri, kadehler sigaralar hepsi dumanlanıyor. Ama filmlerde bol yağlı, bol kanser yapıcı cipsleri kolaları hapur hupur sansürsüz götürebiliyor karakterler! Televizyon sağlığımızı düşünüyor sağ olsun, ama cipsler kolalar naylon şekerler hariç!! Biz bu kadar iradesiz bir toplum muyuz? Filmdeki karakter içki içiyor diye hemen kadehlere mi sarılıyoruz?

Sanat sanat için mi, sanat reklam için mi?

Dumanlama meselesi sadece içki sigarayla sınırlı değil. Bir de dumanlanan markalar var. Reklam ve satış ekseninde dönen bir dünyada yaşadığımız için; kitaplar bile tüketim malı olarak görüldüğü için; her şeyin, ama her şeyin, -kendi çapında bir bakkalın adı bile- dumanlanıyor filmlerde. Ambiyans kaçmış kimin umrunda! Öte yandan filmin altı üstü, sağı solu bant halinde reklamlarla kaplanıyor; arada verilen yarım saat reklam molaları cabası!“Sanat sanat için mi, sanat toplum için mi?”tartışması bile işlevsiz artık. Sanat elbette reklam için, daha çok tüketmek için!



Peki filmleri nereden izleyeceğiz?

Bilete adam başı en az 20 TL verip, canlar çeksin diye aşırı kokuttukları mısıra da en az 20 TL verip, bir şişe suya 5 TL verip; sinema salonları avemeler içinde konuşlandığı için, çıkışta hamburgerciye de adam başı en az 20 TL verip, otopark yol parası falan saymadan iki kişi ortalama 100-150 TL karşılığında sinemada film izleyebilirsiniz elbette! Tabii ki Amerikan filmlerinin salonları domine ettiğini hesaba katarak. Halk günü, film festivali, öteki sinema, yazın Kadıköy'de olduğu gibi belediyelerin açık hava gösterilerinde falan çok daha az ödeyerek ya da ödemeyerek de izleyebilirsiniz. Peki bu olanakları olmayanlar ne yapacak? Misafir gibi umduğunu değil, sofra artıklarını yiyecekler ne yazık ki! Hem film izlemek nedir, izlemeyiversinler; yarışma izlesinler, kaynanalı gelinli!



Korsancıdan 5 TL'ye film alıp izlemek de bir seçenek, ama onlar da kalmadı pek. Dvd alsanız o da en az 20 TL tutar. İnternetten şimdilik izlenebiliyor, ama yakında onların da hepsi paralı ve vergili olacak.  Bir haber okumuştum; korsan kanaldan film izleyenin internetini yavaşlatacak hatta kesecekmiş devlet yakında!İyi de ben nereden bileyim hangi site korsan, hangisi değil! İnternete zaten para veriyorum, reklamlar çıkıyor mecburen izliyorum, internet vergisi de veriyorum. Ama hala bir şeyler daha ödemem gerekiyor demek ki film izleyebilmek için!

TRT Film kanalı var mı?

TRT-2 diye bir kültür sanat kanalı vardı eskiden. Ne güzel filmler, klasik müzik konserleri yayınlardı, değerini bilememişiz. Şimdi yazarken düşünüyorum; TRT'nin onlarca kanalı arasında bir tane film kanalı var mı? Var da ben mi bilmiyorum!

Sözün özü;

Ben bu yazıda sadece televizyonda film izle-ye-bilmekten bahsettim. Habermiş, diziymiş, eğlen-me-ce programıymış o konulara hiç girmedim farkındaysanız. Demem o ki su içelim, şöyle soğuk soğuk kana kana! Televizyonda film izleme nostaljimiz adına su içelim birer kocaman bardak...

Ailecek mutlu pazarlar efendim. Amacım keyfinizi kaçırmak değil; inanın hiç değil...


Devamını Oku

14 Temmuz 2017 Cuma

Adaletin Bu Mu Dünya!

UYARI: Yazı ağır arabesk içerir. Okuma süresi boyunca Müslüm şarkılarından ve jiletlerden uzak durunuz...


Efendim doğuyoruz ya, bir kere oradan başlıyor adaletsizlik. Kimileri sarayda doğuyor. Boynunda ağır mı ağır elmas gerdanlıklar taşımak zorunda kalıyor. Vezir parmağı, hünkar beğendi, saray lokması yemekten içi şişiyor. Yani nasıl diyeyim ki; ekmeğin kıtır kenarını menemene bandıra bandıra yemeği sadece rüyasında gören garip mi garip insanlar bunlar... Kimilerinin dramı daha derin. Düşünsenize; Boğaz'da paşa dededen kalma yalıda doğmuşsunuz. Hayatınız boyunca yalının bahçesindeki yeşili ve az ötede uzanan denizin mavisini görmekten içiniz şişmiş! İnsan bozkırın bozunu, betonun huzur veren grisini özlemez mi... Bir de müstakil bahçeli, havuzlu villada doğan; gak deyince mama verilen, guk deyince etrafında Filipinli dadıların pervane olduğu bebekler var. Bu bebeklere insan nasıl acımaz. Düşünsenize; istediği şey olmadı diye doya doya ağlamak nedir bilmeden geçip gidiyor ömürleri. Hayal bile kuramıyorlar. Çünkü hayalini kuracakları her şey zaten doğduklarında ellerinin altında oluyor... Avustralya'da rahat bir hayatın içinde doğan, İsviçre'de kişi başına düşen binlerce dolar milli gelire doğan, Hollanda'da özgürlüğün çivisinin çıktığı bir dünyaya doğan bebeklere söyleyecek lafım zaten yok. Onların hali içler acısı...

Adaletin bu mu senin be dünya!

Elbette doğum yeriyle bitmiyor adaletsizlik. Bir de şekil şemal meselesi var. Nasıl üzülüyorum o doğuştan 'avatar' gibi güzel olanlara! İpek gibi saçlarıyla, renkli gözleriyle, uzun boylarıyla doğan bebeklerle; saçsız, renksiz, sıradan, kavruk doğan bebekler aynı dünyada eşit koşullarda yaşayacak inanabiliyor musunuz? Yazık değil mi o “prensesim, balım, paşam” diye yerlere göklere sığdırılamayan çocuklara! Kavruk insanların çirkinlikleriyle karşılaşmak zorundalar hayatları boyunca. Oysa dünya sadece güzellerden, uzunlardan, renkli gözlülerden oluşabilirdi mesela. Kimin hakkı var göz zevkimizi bozmaya!

Adaletin gerçekten bu mu senin be dünya!


Eğitimde adaletsizlik ise  had safhada. Ya düşünsenize eve özel hocaları gelen, perşembeleri piyano, salıları drama, çarşamba iki ile üç arası Fransızca, pazar gecesi yatmadan önce bir doz Uzaylıca dersleri verilen çocukların dramını! Okuldan kaçma özgürlükleri yok. “Arkada oturduğum için uğultudan duyamamışım hocam” deme ayrıcalıkları yok! Bu çocuklar özel ders alırken kimden kopya çekecek hiç düşünen var mı? “Elektrikler kesildi örtmenim, çalışamadım!” diyen çocuğun içindeki coşkunun karşılığı, hangi Çince kelimede var bana biri söylesin lütfen! Ben gerçekten bu kadar adaletsizliğe, hem de eğitimde olunca hiç ama hiç dayanamıyorum.

Hay ben senin adaletine ne diyeyim be dünya!



İş güç meselesini hiç gündeme bile getirmiyorum. Çocuk okuldan mezun olunca işi hazır. Babasının iş yerine direkt yönetici olacak; ya da adresi belli olsun, oyalansın diye ailesinin tuttuğu havuzlu ofis villada takılacak. Yazık değil mi bu çocuğa! İşsiz kalmanın getirdiği gayet yaratıcı çözümlerden yoksun, mobbing nedir bilmeden geçen bir ömrü olacak! Yan masasında ayağını kaydırmak isteyen iki yüzlü bir iş arkadaşı asla olamayacak! Üç kuruş para verdi diye böcek gibi ezmek isteyen patronlara duyulan öfke nedir hiç bilemeyecek. Ezilmek nedir, emeği sömürülmek nedir bilmeden geçen hayat, içi boş bir kavanoz değil midir?

Ah be dünya, bana adaletten bahsetme!

Bir de aşk meşk, çoluk çombalak meselesi var ki, akıllara zarar!Muhteşem bir çocukluk, muhteşem bir ergenlik, muhteşem bir üniversite hayatı geçirdiniz. Aileniz anlayışlı mı anlayışlı. Okul bitince yirmi iki buçuktan gün aldığınızda sevgilinizle evleniyorsunuz. Sonra bir oğlan bir kız şipşirin çocuklarınız oluyor. Siz istemez miydiniz, sevdiğiniz kızın abisi sizi köşede sıkıştırsın, dövsün. Errrkek gibi aşkınızı savunun.!Siz istemez miydiniz, sevdiğiniz çocuk sümüklü Jale ile evlendi diye günlerce ağlamak, bunalıma girmek... Sorunsuz çocukluk, sorunsuz okul, sorunsuz iş, sorunsuz evlilik. Kim ister ki bu kadar düz hayatın içinde yaşamayı! Hayat dediğin mücadelelerle dolu olmalı...

Ah be dünya; hayatımızın aksiyonlarını bile dengeli dağıtamıyorsun!

Anlatacak çok şey var aslında bu konuda. İster şans deyin adına, ister talih deyin, ister düzen, ister sistem... Ama ne derseniz deyin, bu adaletin kantarı bozuk arkadaş! Hayat hikayelerimiz adaletli yazılmamış bir kere. Senaryoda hep birilerine torpil geçilmiş. O yüzden; adalet denilen şeyi yolda, düzde, çayırda, bayırda bir yerlerde aramak bence namuslu bir şey; iyi bir şey, insanca bir şey...


Devamını Oku

6 Temmuz 2017 Perşembe

İçerik Bulutu Yazarlığı


Kişisel blogumun adını “Evde Yazar” koyduğum için gerçekten abartmıyorum- Güzin Abla kadar olmasa da- her gün en az 3 tane “Güvenilir bir sitede yazarak para kazanmak istiyorum. Bana tavsiye edeceğiniz adresler var mı?” şeklinde e-postalar alıyorum. İşte bu sorularınıza vereceğim toplu yanıt:

Evet, İçerik Bulutu'nda yazarak kaliteli bir oluşumda yer alabilir ve düzenli bir gelir elde edebilirsiniz. Üstelik bu işi olabilecek en profesyonel ortamda yapmanın keyfine vararak! Heyecanlandınız biliyorum; o halde gelin size sürecin tüm detaylarını kendi deneyimlerimden yola çıkarak anlatayım. Çünkü 29 Aralık 2015'den bu yana İçerik Bulutu'nda “içerik üreticisi” olarak yer almaktan son derece memnunum. İşte belki de hayatınızı değiştirecek bu platformun detayları:





Öncelikle altını çizelim; “Makale” değil, içerik üretiyoruz!

Bu işlere ilk başladığımda, piyasada çok yanlış bir şekilde yaygınlaşan “makale yazarlığı” tanımlamasını ister istemez ben de kullanıyordum. Ama biliyorum ki internet için profesyonel içerik üretmek, bilimsel anlamda “makale yazarı” olmaktan çok çok farklı bir uğraş! Makale; bilimsel bir gerçeği açıklamak, bir tezi savunmak; ya da bir düşünceyi anlatmak için yazılıyor. İnternette tanıtım ve pazarlama amaçlı üretilen “içerik”lerin, bu makalelerle hiç bir benzerliği yok! Dolayısıyla “makale yaz para kazan” mantığı ile açılan deyim yerindeyse “merdiven altı” web sitelerinden çok farklı bir yer İçerik Bulutu. Tahmin edersiniz ki, üretilen içeriklerin kalitesi ve işleyiş de “100 kelimesi 1 TL” mantığıyla çalışan bu düzeysiz web siteleriyle karşılaştırılamaz bile.!Yani pazarda satılan markasız ucuz ürünleri “100 kelimesi 1 TL”ye satılan “makale” adındaki anahtar kelime çöplüğüne dönüşmüş yazılara benzetirsek, İçerik Bulutu'nda üretilen web içeriklerini markalı butik ürünlere benzetmemiz yanlış olmaz. Bir tekstilci de başka türlü örnek vermez...

İçerik Bulutu Yazar Ücretleri

En çok bu konuyu merak ettiğinizi biliyorum. Elbette direkt web siteleriyle çalıştığınız ücretler kadar süper ücretler almıyorsunuz İçerik Bulutu'nda. İyileştireceklerini söylüyorlar, ki ben de samimiyetlerine inanıyorum. Ama şu da bir gerçek ki; 100 kelimesi 1 TL gibi ücretler de yok. Elbette fiyatlar daha iyi durumda. Konunun özelliğine göre; uzun blog, kısa blog, ürün tanımı, gibi kategorilerine göre; yazar statüsüne göre değişiklik gösteriyor ücretler. Bir örnek vermek gerekirse, “TOPİKO” denilen bir kaç kelimelik konu başlığı bulmak için ödenen ücretin, o malum sitelerde 300 kelimeye verilen ücretle hemen hemen aynı ya da daha fazla olduğunu söylersem, sanırım daha iyi değerlendirme yapabilirsiniz.

İçerik üretme hızınıza ve disiplininize göre günde 3-4 saat çalışarak ciddi sayılabilecek bir gelir elde etmeniz mümkün. Fazla detay verirsem iş ahlakına sığmaz.

Hesabınızda biriken paradan ne kadarının ödenmesini istiyorsanız her ayın 13-14'ü gibi sistem üzerinden “ödeme talebinizi” oluşturuyorsunuz. Ayın 15'inde para banka hesabınızda oluyor. Ne zaman ödenecek, ödendi mi gibi stresli süreçler asla yaşamıyorsunuz. Çünkü ödeme yapılınca posta kutunuza otomatik bir mesaj geliyor:

Hesabında bir hareket var. Kontrol et ve güle güle harca!”
Takdir edersiniz ki, bu da çok hoş bir şey...




İçerik Bulutu sistemi nasıl çalışıyor

Sistem gerçekten profesyonel. Müşteriler en bilindik markalar. O yüzden ben, İçerik Bulutu'nda yer almayı çok önemsiyorum. Kısaca anlatayım. Bir yazar ekranı var. Açtığınızda içerik talepleriyle karşılaşıyorsunuz. Bu listede marka adı, içerik tipi, konu başlığı, minimum kelime sayısı, ücret bilgisi yer alıyor. Listeden bir içeriği üstlenmek için tıklıyorsunuz. İçinde müşterinin istekleri, kullanılacak anahtar kelimeler, kullanılacak dilin özelliğine kadar bütün bilgiler var. Yani müşteri samimi mi, profesyonel bir dil mi istiyor;hangi ara başlıkları istiyor.. vb.bütün detaylar bu açıklamalarda yer alıyor. Kimseye başka bir soru sormak zorunda kalmıyorsunuz.

Ve süreç başlıyor. İçeriği üretmek için 15 saatiniz var! 15 saat boyunca ekranda içeriği üretmezseniz sizden otomatik olarak içerik alınıyor. Bu da sizin yazar puanınızı kötü etkileyen bir şey. Ben bu duruma sanırım hiç düşmedim. Çünkü içerik üretmek disiplin gerektiriyor ve ben de disiplinli çalıştığım için bu işten para kazanabiliyorum.

İçeriği üretip sistemden gönderdikten sonra profesyonel editör onayı süreci başlıyor. İmla, içeriğin kopya olup olmadığı, konu bütünlüğü, anahtar kelime kullanımı gibi kriterlere göre editör ya içeriğe onay veriyor. Ya da revize istiyor. Revize için de yazarın 12 saat süresi var. Sonraki aşamada yayıncı onayına gidiyor içerik. Eğer onaylanırsa otomatik olarak ücreti yazarın hesabına yansıyor. Eğer takıldığınız bir şey olursa, sistem üzerinden yöneticilere mesaj yazıyor ve kısa sürede yanıt alabiliyorsunuz. Hepsi bu kadar. Nasıl şahane değil mi sistem!

Açıkçası başlarda editör denetimlerinde zorlanıyordum, ama verdikleri revizeler sayesinde kendimi kaliteli içerik üretme konusunda oldukça geliştirdim. Artık ben de sistemde editör olabilirim. O derece yani. (İçerik Bulutu yöneticilerine duyurulur)



İçerik Bulutu Yazar Davetiyesi

Sistemde 2500+ yazar çalışıyor. Önce yazar olmak için sistemdeki formu dolduruyorsunuz. Eğitiminiz, deneyimleriniz,kendinizi ifade biçiminiz değerlendiriliyor ve bu aşamadan geçerseniz, e-posta adresinize davetiye kodu geliyor. Bu şekilde yazar olabiliyorsunuz.

Puanlandırma sistemi

Yazar, uzman ve guru olmak üzere üç kategoride çalışabiliyorsunuz. Unvanınız geliştikçe gelirleriniz de artıyor. Ciddi bir performans değerlendirme sistemi var. Yeni güncellenen ekranlarımızda başarı grafiklerimizi takip edebiliyoruz. Yani freelance iş yapmak ancak bu kadar sistemli olabilir!

Eğer kendinize güveniyorsanız, sürekli yazarak düzenli bir gelir elde etmek için İçerik Bulutu Yazarlığı yapabilirsiniz. Başvurmak isteyenler, buradaki bağlantıya tıklayabilir. Bol şans...

NOT: Başvurmadan önce bu yazıyı da okumanızı tavsiye ederim. 



Devamını Oku

2 Temmuz 2017 Pazar

Bir yol ve azim hikayesi

Geçen gün fark ettim ki, ben yol insanıyım. Yani gideceğim yere vardığım anda değil, varmaya çalıştığım yolda mutlu oluyorum! Bunu nasıl mı anladım? Yüzme ile olan imtihanımı bir arkadaşıma anlatırken...

Yıllardır yüzme konusunda kendimi geliştirmeye gayret ediyorum. Yanlış anlaşılma olmasın;
stilli yüzme falan öğreniyor değilim. Sadece yüzmeye çalışıyorum! Bunun detaylarını, nedenlerini, niçinlerini anlatmak uzun sürer. Şöyle özetlemek gerekirse; her sene en fazla on- on beş gün tatil yapıyorum. Bu tatillere çıkarken hep içimde güzel bir heyecan oluyor:

Bu sene yüzmeyi kesin öğreneceğim!


Senelerdir böyle bu. Örneğin 2012'deki tatilimde çok tatlı bir animatör vardı, can yeleği giydirerek havuzda bana beş gün ders vermişti. Suya kafamı sokmuş ve “suyun sesini dinle, suyu sev” demişti. Ben bunu hiç unutmuyorum. Özel yüzme dersi hocalarının hiçbirinin yapamadığını yapmıştı sevgili Melih... Benim için tarifsiz bir mutluluktu.

Sonra 2013'de Fethiye'de gittiğim tatilde, havuzun kenarından inerek tek başıma ıslanmış; bunu büyük bir gelişme olarak görüp aşırı mutlu olmuştum. Ben  sadece ıslanırken, 8 yaşlarındaki tatlı İngiliz Franceska'nın yüzmeyi öğrenmesine tanık olmuş ve O'nun hareketlerini dikkatle izleyerek bir şeyler kapmaya çalışmıştım! O sene Mersin'de kaydettiğim aşama da müthişti. Belimde sosisle Mersin'in şahane bir koyunda sırt üstü kulaç atarak kıyıdan epeyce uzaklaşmıştım. Yanımda çok sevdiğim ve yüzme konusunda belki de tek güvendiğim insan, yani yeğenim olduğu için müthiş cesur davranmıştım. Ve denizden çıktığımızda sevgili biricik yeğenim boyumu kat kat aşan yerlere gittiğimizi söylemişti. Nasıl da mutlu olmuştum! Deniz maceram o noktadan öteye gidemedi. Sonrası hep havuz...

2014 tatilini iple çekmiştim. Ama aradan geçen bir sene cesaretimi kırmış olmalı ki, havuzun kenarındaki merdivenli jakuziden bir adım bile atamamıştım öteye. Ama suyun içindeydim. Bundan güzel ne olabilirdi ki?

2015, sanırım dönüm noktamdı. Bu sene de gittiğim güzel tesiste yaptığım tatilin son iki gününde, relaks havuzunda sosisle suyun üzerinde tek başıma kalabildiğimi fark ettim. Ama ne yazık ki, sadece iki günüm kalmıştı tatilin bitmesine! Ama olsundu, kalabilmiştim ya tek başıma!

2016, yüzme konusunda gerçek bir kırılma noktasıydı benim için. Tam dört tatil yaptım geçen sene! İlkinde dalga havuzunda çırpınırken, ikinci tatilimde ellerimi bırakabildim bir metre de olsa! Ada'ya gittim üçüncü tatilde. Benim gibi yüzme bilmeyenlerle suyun içinde oturdum sadece, ama mutluydum. Geçen sene bayramda gittiğim dördüncü kısa tatilde sosis olmadan kendimce hareket etmeye başladım havuzda. Allahım ne büyük mutluluktu!

Ve bu sene... Mayısta gittiğim üç günlük kısa tatilde hava soğuk da olsa havuz kenarında takılabildim, tek başıma! Ve geçen hafta gittiğim tatilde, havuzun sağ kenarında da olsa tam 5 metre mesafede kendimce ilerleyebildim! Sabahtan akşama kadar bıkmadan usanmadan aynı hareketleri yaptım durdum büyük bir heyecanla. Ve tatil bitti! İçim kıpır kıpır. Biliyorum ki bir sonraki tatilimde daha çok geliştireceğim kendimi! Hem belli mi olur; sadece havuzun sağ kenarında değil, belki 1 metre içinde de hareket edebilirim! Tatil bittiğindeki mutluluğumu kelimelerle anlatmam çok zor! Artık yanımda kimse olmadan, hatta havuzda kimse olmadan kendi kendime suya girebiliyorum! Ve sosis olmadan beş metre kadar gidebiliyorum. Evet sadece gidebiliyorum; çünkü dönerken havuzun kenarını tutmam gerekiyor. Ama biliyorum ki, eğer fırsatım olur da bu sene yine tatil yapabilirsem (lütfen lütfen...) kendimi daha da geliştirebilirim!

İşte bu maceramı anlatırken arkadaşıma, mutlu olma nedenimi buldum aniden. İlerleme kaydetmekten mutlu oluyormuşum meğer! Bir sihirli değnek dokunsa mesela şu an, ben süper bir yüzücü olsam, şimdiki gibi mutlu olur muydum gerçekten emin değilim. 

Konu konuyu açtı arkadaşımla sohbet ederken, konu gündeme ve demokrasi mücadelesine geldi. O kadar güzel bağladı ki arkadaşım. Dedi ki:

-Hani dedin ya! “Sonucun kendisi değil, sonuca giden yolda katettiğim aşamalardan mutlu oluyorum” diye. İşte demokrasi mücadelesi de böyle bir şey. Bu bir yol; ve biz bu yolda yürürken de mutlu olabiliriz!

İçim aydınlandı birden.


Yollar yürümekle aşınmaz!” diyenlere kapak olsun bu küçük ama sonsuz mutluluk veren çabalar. Ve çaba sarf etmekten bıkmayan, söylenenlere, akıl verenlere aldırmayan büyük yürekli güzel insanlara selam olsun! 
Devamını Oku